18 Temmuz 2012 Çarşamba

Edebiyatta Üç Kadın ve İntihar: Sylvia Plath, Virginia Woolf, Anne Sexton

Egemenliği ve yönetimi erkeklere ait gelmiş geçmiş tüm toplumlarda tüm meslek grupları gibi sanat ve edebiyat da erkeklerin uğraşısıdır. Kadınlar bu alanlarda ancak ve ancak ev içi işlerinden, çocuklarının ve eşlerinin bakımlarından vakit ayıran birer hobi faaliyeti yürütücüleri olarak nitelendirilebilirler. Kadın boş zamanında bir şiir, bir öykü, bir roman yazabilir, kadına özgü kadınlık hallerini anlatan ama asla erkeğin yazdığı “başyapıtlar” kadar değerli olamayan.


Bu ikincillik de başarısının erkeğinki kadar kabul edilmesini bekleyen ve zaten ataerkil toplumun ona vermiş olduğu statü ve roller içinde gerilimli rol çatışmaları yaşayarak hapsolan kadını intihara sürükleyebilir. Kadın intihar sürecinin içinde ilk defa var olduğuna ilişkin bir söz söyleyebilecek ve ilk kez bedenine bir erkeğin hem kendisinin bedenine hem de “sahip olduğu” kadınların bedenlerine sahip olduğu gibi hükmedebilecektir. Virginia Woolf, Slyvia Plath ve Anne Sexton bu süreçlerden geçmiştir, kadınlığın yarattığı gerilimleri son anda kendi bedenlerine hükmederek sonlandırmışlardır.

Bu üç kadının yaşamları arasındaki paralellikler kadar yazınsal anlamda da birbirlerini takip ettikleri net bir biçimde fark edilebilir. Plath güncesinde Woolf’u takibini şöyle anlatmaktadır: “Woolf’u okursam, Lawrence’i okursam (Niçin bu ikisi? Onların görme gücü bambaşka, öylesine benimkini andırıyor ki) içimde bir kıpırtı duyar, büyük bir yapıt yaratmak için kışkırtılabilirim: filiz süren, yaşamın dokusuyla, malzemesiyle zengin: Beni çağıran, benim işim bu. Varlığıma bir ad, bir anlam veren 'andan kalıcı bir şey oluşturmak'” (Plath, 1998:246).

Slyvia’nın Virginia hakkındaki düşüncelerinde Virginia’nın intiharının da etkileri gözlenmektedir: “Virginia Woolf neden canına kıydı? Ya da öteki parlak kadınlar? Nörotik olduklarından mı? Yazdıkları, derin temel isteklerin yüceltilmesi miydi? Bir bilebilsem! Hedeflerimi, yaşam gereksinimlerimi nice yükseğe koyabileceğimi bir bilebilsem! Değerler cetveliyle oynayan kör bir kızın durumundayım. Hesaplama yeteneklerimin en aşağı noktasındayım şimdi” ( Plath, 1998:86).

Sexton’ın Plath’deki “nefret şiiri yazma” yürekliliğine olan hayranlığı da kaydedilmelidir: “…benim yazmaya cesaret edememiş olduğum şeydi. Yaşamımda bile öfkeyi dile getirmekten her zaman korkmuştum” (Taylan, 1994: 10).

Kadını Sanatta İkincilleştiren Cinsiyet Rolleri
Woolf, Plath ve Sexton toplumsal ve cinsel kimlikleri derin yarıklarla paramparça olmasına rağmen yazmaya ve savaşmaya devam etmişlerdir. Yazmak, onlar için acılarını yok etmek değil tam tersine var ederek sağaltmanın bir yoludur. Yazdıkça daha da derinleri kazımaya başlarlar, yazma süreçleri ölümünedir adeta ve dehaları, bir türlü yok edemedikleri yaratıcılıkları, onların en büyük suçu ve işkencesine dönüşür (Kale, 2006:2).

Plath, toplumda pasif bir insan olmak yerine, şiir sayesinde kendinin bilincine vararak, kendini hem kabullenmeye hem de aynı zamanda değişmeye zorlayan “gerçekliği” algılar ve yorumlar. Örneğin, Plath’in bazı dizeleri, onun erkeklerin dünyasındaki yaratma yetisine, özellikle kocasınınkine kıyasla kendisinin yetersizliğinin ipucunu verirler ve bu yetersizliğe karşı kazanabilecek tek eşsiz ve fantastik zafer intihar olacaktır (Marmara, 2006: 34, 44).

Plath, Sexton ve Woolf’un yaşadığı temel çelişkilerden biri kamusal alanın yarattığı veya bir yazar olarak var olabilmeyi düşledikleri alan ile özel alanda bir statüko biçiminde var olan kadınlık rolleri arasındaki gerilimdir. Kimi zaman kadınlık onlar için model alabilecekleri kimsenin yer almadığı boş bir atlas gibi gözükmektedir.

Kadın rollerini yâdsıma Plath’de suçluluk, yabancılaşma, psikosis ve kişilik bölünmesine yol açmıştır. Plath toplumdaki kadın rollerini tanrıçalar ya da benzemekten korktuğu canavarlar olarak sunmuş ve çarpıcı imgelerle kıstırılmışlığını dile getirmiş, toplumsal bir eleştiri gerçekleştirmiştir. Bu rollerin başlıcaları cadı, fahişe, anne ve ev kadını rolleridir. Bunların yadsınması kadının insan olarak kendini cinsiyetinden bağımsız oluşturmanın olanaksızlığı Plath’i bu rolleri çirkinlestirip, korkunçlaştırıp gotik ve mitolojik mekan ve yaşantıların kahramanları yapmasına ve kaynağını bilmediği bir düşmana karşi silah ya da bir çesit umacı olarak kullanmasına neden olmuştur (Eradam, 1997: 64).

Anne Sexton ise“28 yaşına gelinceye kadar, beyaz sos yapmaktan ve çocuk bezi değiştirmekten başka bir şey bilmeyen, Amerikan rüyasını, burjuvalara orta sınıfa özgü bu düşün içerisinde kendine düşen rolü oynayan biriydi. Kendini bu oyuna uygun davranabilmek için çok zorladı ama 28 yaşındayken yüzey çatladı, bunalıma düştü ve intihar teşebbüsünde bulundu”. Oynadığı rollerle kendi benliği arasındaki uyumsuzluk onu tüketiyordu ve psikologunun tavsiyesiyle yazmaya başladığı şiirlerinde hep bu ikilemlerin soğuk ve karanlık dünyasını dile getirdi:

Bir kadın olmaktan bıktım
Bıktım kaşıklardan ve postadan,
Bıktım ağzımdan ve göğüslerimden
Bıktım kozmetiklerden ve ipeklilerden
Hala masamda oturan adamlar vardı
Sunduğum çanağın etrafını çevrelemiş
Çanak doluydu mor üzümlerle
Ve kokusundan dolayı sinekler üşüştü
Ve babam bile geldi beyaz kemiğiyle
Ama cinsiyetle ilgili şeylerden bıktım

Adrienne Rich benzer bir duruma vurgu yaparak Anne Sexton hakkında şöyle yazmaktadır:
“Sexton’ı, kendi içimizde ve patriyarkanın bizi maruz bıraktığı imgelerin içinde neye karşı kavga vermemiz gerektiğini bize yapıtlarıyla anlatan bir kız kardeş gibi düşünüyorum. Şiiri bir harabeler kılavuzudur ve biz bu kılavuzdan kadınların yaşadığı, bizimse artık yaşamayı reddetmemiz gereken şeyleri öğreniyoruz” (Taylan, 1994: 14).

Başarısızlık korkusu bu üç kadının da yazma sürecinde yaşadıkları hâkim duygudur. Woolf güncesinde sıklıkla bu korkuyu dile getirir. Plath gibi dâhi olduğuna inanan, şiir yaşamı her şeyi olmuş, kendisi olmuş biri için ve aynı zamanda herkes, her şey, birçok ve bütün yaşam olmaya çalışmış, kusursuzluk tutkunu bir şair için başarısızlık en büyük korku ve karşısında hayal gibi duran sürekli bir arkadaştır. Belki de Plath 1953’deki tinsel çöküntüsüne neden olan bu duyguyu üzerinden atamamıştır. ”Öylesine kendisi olmak istemiştir ki herkesten çok çarpıcı bir şekilde farklı olsun”( Eradam, 1997: 23).

Sylvia Plath ve Anne Sexton’ın yayımlanan mektuplarında ortak bir yan olarak gülümseyen yüzlerin fotoğrafları ve alttan alta giden zihinsel dengesizlik, denetimlerinde olması gereken ama olmayan bir anlam – kendilerinden, kusursuz örnekler olmayı bekledikleri anlamı- vardır. Bir güven ve itiraf imgesinin varlığına karşılık bir tür maske ve maskenin altında temelden bir özgüven eksikliği mevcuttur (Taylan, 1994:8).

Bu başarısızlık korkusu bu kadınları hem entelektüel rollerini hem de ev içi “kadınlık” rollerini gerçekleştirme sürecinde bir gerilime bir çeşit rol çatışmasına götürmektedir. Yaptıklarından hiçbir zaman hoşnut olmayan Sexton’un acısını Pulitzer ödülü bile dindiremez, sürekli kendini eleştirir ve didikler. Plath ise güncesinde kendisine nefretini şöyle anlatır: “Benimle yaşamak korkunç olmalı. Yetersizlik, küçümsemeye varacak ölçüde hasta ediyor beni, tiksindiriyor, şansı dönmüş bir hırsız kesiliyorum –yetişkinler dünyası tarafından itiliyorum, hiçbir şeyin bir parçası değilim –Ted’in dışsal mesleğinin bile – belki içsel mesleğinin, yazıldığında -kendi mesleğimin bir parçası, dostların yaşamının bir parçası, anneliğin bir parçası da değilim- kendi gerçekliğimi doğrulamak için kendimin ve odamın dışarıdan görünüşünü özlüyorum.” (Plath,1998:314).

Woolf yazım alanındaki kadına ilişkin yaygın ikincillik beklentisine sıklıkla atıfta bulunur. Örneğin on dokuzuncu yüzyıl kadın yazarlarının kendi adları yerine erkek adları ile yazmalarını bekâret anlayışının devamlılığı olarak, ünlerinin duyurulmamasına ilişkin gizli bir istek ile bağlantılı bir örtünme anlayışı olarak vurgulamaktadır.

Woolf sanat alanında dışarıda bırakılan, izole edilen kadını sıklıkla vurgulamıştır en çok da bir çeşit kadınları bilinçlendirme manifestosu olarak tanımlanabilecek olan “Kendine Ait Bir Oda”da: “Her şeyden önce, on dokuzuncu yüzyıl başlarına değin, bir kadının annesi ve babası olağanüstü zengin ya da çok soylu olmadıkça, sessiz ya da ses geçirmeyen bir odası olması bir yana, yalnızca kendisine ait bir odaya sahip olması bile olanaksızdı. Dünya erkeğe dediği gibi kadına da istersen yaz, beni hiç ilgilendirmiyor demiyordu. Dünya kaba bir kahkahayla, yazmak mı diyordu. Yazmak senin neyine? Her zaman karşısında başkaldırılacak, üstesinden gelinecek, bunu yapamazsın, onu beceremezsin diyen o iddia vardı.” (Woolf, 2008 :59-60-61)

“Oyun hiç kuşkusuz çok garip diye düşündüm. Erkeklerin kadınların kurtuluşu hareketine karşı koymalarının tarihi, belki de bu kurtuluş hareketinin öyküsünden daha ilginç” (Woolf, 2008 :63).

Woolf kadının bu ikincilliğine, Mrs. Dalloway isimli romanında mektup yazma görevinin bile erkeklerden beklendiğini aktardığı noktada da atıfta bulunmaktadır. Virginia Woolf popüler romanlarından biri sayılabilecek Deniz Feneri’nde de kadının sanat alanındaki ikincilliğine atıfta bulunmuştur. Deniz Feneri’nde sıklıkla ve azda olsa Mrs. Dalloway’de vurguladığı bir başka konu vardır ki, kadının var olabilme biçimlerinin keskinliği. Kadın sanatçı ise anne ve eş değildir. Anne ve eş ise sanatçı değildir. Kadının yaşamında yapısal bir ikilem ve bir çeşit bölünmüşlük söz konusudur. Şüphesiz bu durum da doğduğu andan itibaren anne ve eş olmak üzere sosyalize olan kadını sanata ait uğraşılarından uzak tutar.

Slyvia ise dişil yaşamdaki parçalanmışlığın aksine eril yaşamdaki bütünselliği şu sözleri ile dile getirmektedir: “Bir kadının bir tek temiz yaşantısı olması gerektiği, oysa bir erkeğin biri temiz, öteki temiz olmayan iki tane yaşantısı olabileceği düşüncesi çileden çıkartıyordu beni. Kadınlığın bilincine daha çok vardıkça bir ozan aydınla bir eş ve annenin yaşam biçimleri arasındaki çelişki, kafasını uğraştıran temel bir sorun haline geliyordu. “Yaşamımın büyük bir bölümünü sanki bir sırça fanusun içindeki yoğunluğu azaltılmış havada geçirişim oldukça şaşırtıcı,” (Plath 2007: 81, 237).

Çağımızdaki kadın şairlerin en gözde temasının saygı görmemekten şikâyet ile saygı görme, hayal etme ve yaratma özgürlüğüne kavuşmak için seslenişler olduğu vurgulanabilir. Plath’in “Aday” adlı şiirini anımsayalım. Orada bahsettiği “şey” ister iş arayışı olsun ister evlenme arzusu, elleri sadece “çay fincanları” getirmeye yarar, “kafası boştur”, “Dikiş dikebilir, yemek yapabilir, Konuşabilir, konuşabilir, konuşabilir…” (Marmara 2006:36-37).

Plath bir yandan kadın olmanın onu saran duvarlarından nefret eder: “Kadın doğmak benim korkuç tragedyam. Dölyatağına düştüğüm andan başlayarak, penisle erbezi torbası yerine göğüslerle yumurtalar büyütmeye; tüm eylem, düşünce ve duygu çemberimin katı bir biçimde kaçınılmaz dişiliğimle kuşatılmasına yazgılıydım. Evet içimi yakan bar müdavimlerine karışmak, bir sahnenin bir parçası olmak isteği her şey benim bir kız, her zaman saldırıya uğrama tehlikesi içinde bir dişi olmam olgusuyla mahvolmuş Tanrım, ben herkesle olabildiğince derinden konuşmak istiyorum. Açıklıkta uyuyabilmek, batıya yolculuk etmek, geceleri serbestçe yürüyebilmek istiyorum” (Plath,1998:48). Diğer yandan kadınlık rolünün kaçınılmaz bir şekilde benliğinin bir parçası olmasına izin verir: “Bir biçimde aileme ve topluma (toplumu Allah kahretsin) belli saçma ve geleneksel alışkanlıklara bir biçimde uymak zorunda olduğum sonucuna vardım –kendi güvenliğim için, diyorlar. Bu nedenle yaşamın büyük bölümünü karşı cinsten birine bağlamalıyım.... Bu bir zorunluluk” ( Plath,1998:56). Plath’ın yaşadığı bu en büyük ikilem kadın özgürlügünü desteklerken, gerek yapıtlarında gerekse yaşamın büyük bir kısmında erkeklere özel bir yer ayırmış olmasıdır (Eradam, 1997: 61).

Anne Sexton, şiirlerini açıkça kadınsı bir bakış açısıyla yazmıştır ve gerek duygularında, gerekse mesleğinde, cinsiyetinin acılı bir bicimde farkındadır. Her şeyden önce, kadınlığının mesleğine getirdiği sınırlamaların ayırdındadır. Riskleri göze alır ve kadın olmanın dehşetlerini tüm açıklığı ve somutluğuyla dile getirir. Plath’in aksine daha doğrudan bir dil kullanan ve simgelere çok fazla yer vermeyen Sexton kadınlık sırlarını cesurca ortaya koymaktadır (Taylan, 1994: 6).

Woolf “Kendine Ait Bir Oda” çalışmasında kadınlığa ve yazarlığa ilişkin birtakım önerilerde bulunur: “Yaratma sanatı gerçekleştirilmeden önce akılda, kadın ve erkek arasında bir işbirliği oluşmalıdır. Karşıtların birliği gerçekleştirilmelidir. Yazarın deneyimini eksiksiz aktardığını hissetmemiz için akıl, her şeyiyle apaçık ortaya serilmelidir. Özgürlük ve barış olmalıdır (Woolf, 2008 :116-117).Para kazanıp kendinize ait bir oda bulmanızı söylediğimde sizlerden gerçeklikle iç içe yaşamanızı talep etmiş oluyorum, aslında canlı bir yaşam da bunu gerektirir, bunu aktarıp aktarmamak ikincil bir konudur” (Woolf, 2008 :123).

Woolf’un aksine Plath ve Sexton’un kadınların ikincillikten kurtuluşu için bir çözüm önerileri yoktur. Özgürleşme dersi için Plath’a ve Sexton’a başvuran okuyucuyu çeken şey, öfke, bağımsızlık ve güven imgesidir, özellikle öfke çünkü bu iki kadın şairin en önemli ortak özelliği budur: olumlu bir çıkışı olmayan kişisel, yakıcı bir öfke. Her iki şair de öfkeyi açıklıkla yalnızca her tür çözüm olanağını yadsıyan bir biçimde dile getirmişlerdir (Taylan, 1994: 10).

Anne Baba İmgeleri
Woolf, Plath ve Sexton sıklıkla anne, baba imgelemi üzerinde durmaktadırlar. Bu imgelemin ardında da anne ve baba simgeleri ile yaşamış oldukları gerçek yaşam deneyimleri yer almaktadır.

Babasının ölümü Sylvia’da şok etkisi yapmış, bütün yaşamını ve yapıtlarını yönlendirmiştir. Babasının ölümü onun çok mutlu çocuklugunun olduğu kadar, bütünlüğünün de sona ermesidir (Eradam, 1997:16). Babasız geçen çocukluğunda annesinin aşırı disiplini yüzünden kendini daima başarılı olmaya zorlayan Plath, ondan korkar ve hatta nefret eder: “Ben baba sevgisi nedir bilmedim, sekiz yaşından sonra kan bağıyla bağlı olduğum erkeğin hiç eksilmeyen sevgisini tatmadım, yaşam boyu beni hep sevecek tek erkeğin: bir sabah annem.. gözlerinde yaşlarla içeri girip bana onun hiç dönmemecesine gittiğini söyledi: Bu yüzden ondan nefret ediyorum” (Plath,1998: 332.)

Buna rağmen Plath ile annesinin olağanüstü yakın bir ilişkisi vardı. Amelia Plath’ın kaydettiği gibi, Sylvia sık sık kendi yaşamını annesininkiyle birleştiriyordu. İçinde ayrı bir kişi, bir birey olmayı duyumsamanın her zaman kolay olmayabileceği bir ortak yaşamları, çok karmaşık, derinden dayanışmalı bir ilişkileri vardı. Bir sanatçı olarak –korku ve boşluk cinlerinin ötesine geçmek, gerçek bir ben’i duyumsamak, kendi gücüne ulaşmak için- giriştiği ardsız aralıksız savaşım, ortak yaşamdan çıkmayı gerektirmekteydi (Plath,1998:329-330).

Şiirlerinde sık sık baba figürünü kulllanan Plath için baba kendi yarattığı umacılardan biridir, üzerindeki baskı oynamak zorunda bırakıldığı roller, istenci dışında gelişen ve sürüklemek zorunda olduğu bir yaşam, kısacası makrokozmik bir karabasan resminin beden bulmuş halidir; içinde çok şey, çok yan anlam barındıran bir imgedir, bir cisimdir, Plath’in gerçek ben’ini kutulayan ötekinin şiirsel olarak kendini ifade aracıdır (Eradam, 1997:67). “Babacığım” şiiri hakkında Plath şiirdeki anlatıcıya dair şunları söylemiştir: “O korkunç, küçük alegoriden kurtulabilmek için onu bir kez baştan sona yaşaması gerekir” (Marmara, 2006:61).

Sexton için de annesi yazarlık yeteneklerinin çok sonra ortaya çıkmasına neden olan baskı unsurlarından biridir. Üniversite yıllarında şiirle ilgilenmeye başlayan Sexton annesinin engellemesiyle karşılaşmış ve çok uzun bir süre sonra yeniden şiire dönmüştür. Hem Plath hem de Woolf eserlerinde babalarıyla yüzleşmişlerdir. Tüm yaşamı boyunca Sexton’a kötü muamele ettiklerini ima ettiği ana ve babasına ilişkin şiiri, babanın görünüşte bağışlanmasıyla bitmektedir:

İster iyi olun ister olmayın, sizden çok yaşarım,
tuhaf yüzümü sizinkine eğer sizi bağışlarım (Taylan, 1994: 9).

Woolf ‘un yapıtlarında ise hakim bir baba figürü yer almaktadır. Woolf babasının ölümünü kendi başarısı için bir artı olarak görmektedir. En azından bir erkek, babası bile olsa başarısı kendisininkini gölgede bırakmamıştır:


"Babamın doğum günü 96 yaşında olacaktı, 96, evet bugün; olabilirdi de 96, birçok tanıdık gibi ama Allah’tan olmadı. Onun hayatı benimkini tamamen söndürürdü. Neler olurdu acaba? Yazı olmazdı, kitaplar olmazdı; düşünemiyorum bile" (Woolf, 2008:171).

Birer Kavram Olarak İntihar ve Ölüm
Virginia Woolf’a göre intihar, Mrs. Dalloway’e söylettiği gibi bir iletişim yolu, yaşama direnme şekli ve kucaklaşmadır. Mrs. Dalloway ve intihar eden Septimus Woolf’un iki ayrı kimliğini anlatmaktadır adeta. Romanlarında saatler ölümü imler çoğunlukla. Çoğu zaman hayatla ölüm arasına bir noktada yaşadığını vurgulayan Virginia Woolf’un pek çok çalışmasında ölüm teması yakalanabilir. Genellikle yapıtlarını yaratırken yaşadığı psikolojik gerilimleri aktardığı güncesinde de sıklıkla ölüm temasına atıfta bulunmaktadır. Woolf için ölüm yaşamın bir içerimidir adeta. Kimi zaman kitaplarında ele almakta, kimi zaman eşiyle derin bir sohbet konusu yapmaktadır ölümü. Woolf içindeki bitmek bilmeyen intihar etme arzusuna da ancak okuyabildiği ve yazabildiği sürece karşı koyabilir. Woolf, dostlarının ölümlerinden çok etkilenmekte ve bu süreçte zaman zaman ben niye burada kaldım diye sorsa da, ölümü kabul etmeyi öğrenmektedir. Woolf’un romanlarında ölüm teması aşağıda olduğu gibi kendi çarpıcı düşüncelerini aktarma aracına dönüşmektedir. “Dünyada ne mantık, ne düzen, ne de adalet vardır; acıdan, ölümden, yoksulluktan başka bir şey yoktur. Dünyanın yapamayacağı hiçbir kötülük yoktu; bunu biliyordu. Hiçbir mutluluk sürekli olmazdı; bunu biliyordu” (Woolf, 2008:85).

Plath’e göre, intihar kendini ifade ediş biçimi ve dolayısıyla anneden ayrılma sürecinin başlangıcıdır. Aynı zamanda, intihar kendi kimlik sınırlarının tanımlanması ve en derin korkularıyla yüzleşmesi için kendi benlik değerinin farkına varışıdır. Bu farkına varış sonuçta erkek egemen toplumun değerlerinden (sadece ona bu değerleri aşılayan annesinin olumsuz etkilerinden değil) de kopmayı gerektirmektedir (Özen, 2008:43). Plath için ölüm özgürlüktür; yalnızca bu dünyanın kararması değil, insanın kendi gidişiyle herkesin son bulacağı, hatta zamanın duracağı inancıdır. Ölümün karanlığı Slyvia’da sapkınca bir lezzet bırakır; cinsel, duygusal, biçemsel. Nilgün Marmara’nın da vurguladığı gibi “Plath’ın varoluşunda ölüm gizemli bir takınaktır”( Eradam, 1997:70).

Sexton’a göre şiirin tersi olan intihar bir mastürbasyon biçimidir. Ölüm, tüm yaşamında hep yanıbaşındadır:

“Ölümün yüzüne bakmaktansa
  ölmeyi seçmeye
  ileri derecede özlem duymaz mıyım? ”

Eninde sonunda kavuşmayı düşündüğü bir yaşam amacıdır, hayal kurar nasıl öleceğine dair:

“Şehir sessiz, kaynıyor gece onbir yıldızla
Ah! yıldızlı yıldızlı gece!
Ben böyle ölmek istiyorum ”

Sexton’un, Plath’ın intiharının ardından yazdığı şiirde, Plath’le ölümden nasıl hayatın bir vazgeçilmezi olarak bahsettiklerini ve bu hep ulaşmak istediği sonu Plath’in gerçekleştirmesinden dolayı duyduğu sitem görülebilir.

“Hırsız!
Nasıl bir başına
Çekip gidebildin,
Ne zamandır fena halde arzuladığım ölüme,
Doğal sonumuz olduğuna inandığımız,
Sıska göğüslerimizde taşıdığımız,
Ne zaman oturup dry martini içsek Boston'da,
Sözünü etmeden duramadığımız ölüme...”

Bu kadınların intiharlarında, hem bir realite hem de bir simge olarak erkeklerin bombalarıyla hâkim oldukları dünyadaki derin başarısızlık algılarının yarattığı benlik krizlerine ilişkin varoluş problemleri gözlemlenebilir. Bu varoluş krizini aşabilmek için eserlerinde ölüm imgesini kullanmışlardır. Ataerkil toplumun yaşam alanlarından izole ederek bir gettoya çevirdiği ölümü evcilleştirmişler ve dışlanan kadın gibi dışlanan ölümü de yapıtlarının ve yaşamlarının içine birer başkahraman olarak almışlardır.

Savaş ve İntihar
Bu üç kadın da İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı acılarına tanıklık etmişlerdir. Bu tanıklık süreci onları intihara sürükleyen taşları keskinleştirmiştir. Virginia Woolf’un feminizminin bir nedeni de, The Three Guineas’te belirttiği gibi, savaşları kadınların değil, erkeklerin yaptığı düşüncesidir: Savaş, bir erkek uğraşıdır; erkeklerin kafa yapısının bir ürünüdür; erkeklerin mesleğidir. Erkekler, kadınları kültürel yaşamdan, toplumsal yaşamdan dışlayarak, kendi egemenliklerini kurmuşlardır. Onların iktidarı tekellerine almaları, önce faşizme, sonra da faşizmin doğal sonucu olan savaşa meydan getirmiştir. A Room of One’s Own’da (Kendine Ait Bir Oda) kadınların –ister İngiliz, ister Fransız, ister Alman olsunlar-bombaların ışığında, onları yöneten erkeklerin yüzlerindeki çirkinliği ve aptallığı görünce şok geçirdiklerini söyler (Urgan, 2004:44).

Sexton ve Plath’in yaşadıkları dönem göz önünde tutulduğunda insanoğlunun tarih boyunca nesneleştirilme süreci, bu yüzyılın ortalarında doruğa ulaşmıştır. İki dünya savaşı, faşizm deneyimleri, toplama kampları, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları bu ortamın unsurlarıdır ( Marmara,2006 :9).

”Babacığım”, “40 Derece Ateş”, ve “Leydi Lazarus”; Plath’ın içsel özel dünyasının zenginliğiyle toplumsal olayları, toplama kamplarını, Hiroşima’nın bombalanışını son derece kendine özgü bir kişisel atmosferde, kendi acısıyla birleştirmesini yansıtırlar. Erkekleri; babası, kocası, faşist ordulara benzerler ve ne yazık ki:

”Her kadın bir faşiste tapar,
Suratına inen çizmeye, senin gibi
Bir hayvanın hayvanca, hayvanca kalbine” (Babacığım aktaran Marmara,2006: 61)

Plath, bu şiirinde babası ile özdeşleştirdiği ataerkil düzene baş kaldırırken babasını vampirlerlerle, nazilerle özdeşleştirmiş, kazığı da kalbine saplamıştır. “Pekâlâ Yahudi de olabilirim,” derken mazlum ile, kıyıma uğrayan ile özdeşleşebilecek kadar, kendi bireysel kıyılmışlığını Nazilerin soykırımı ile bir tutacak kadar da yürekli idi. İnsanın insana yaptıklarına kayıtsız kalamayışını bugün bile içimizi ürperten, yüreklere korku ve dehşet saçan şiir estetiği ile göstermiştir. Plath, savaş sonrası yıkık hassas beyinlerdendir. Çünkü bütün sanatçılar gibi o da sanatçı sorumluluğunun kıyılandan yana olmakta yattığını biliyordu. (Eradam, 2004:76)

İntihar Süreci
Woolf’u ölüme sürükleyen, yalnız savaştan kaynaklanan ruhsal sıkıntı değil, yazar olarak yaratıcı gücünü yitirdiği kaygısıdır. Londra bombalanırken, “Bu gece kim ölecek?” diye sorar kendi kendine. Arkasından da, “İnsan artık yazamıyorsa, canına kıyması daha iyi olur” diye ekler. Korkunç bir ruhsal gerilim içinde bitirdiği son kitabı Between the Acts’ı “tümüyle değersiz” sanır. Yalnız artık yazamadığı değil, bundan önce yazdıklarını da kimsenin okumadığı kuruntusuna kapılır. “Dinleyen yok. Yankı yok. İnsanın ölümünün bir parçasıdır bu” der. Bir savaş içinde yaşamanın felaketi, artık yazamamak kaygısı, her an delirmek korkusuyla birleşince, denizi büyük bir tutkuyla seven, ama denize girmediği için yüzmesini bilmeyen Virginia Woolf, ceplerini taşlarla doldurup, kendini Ouse ırmağına atar.. Elli dokuz yaşındadır o sırada (Urgan, 2004:46).

Virginia Woolf, canına kıymadan önce, ablası Vanessa’ya ve eşi Leonard Woolf’a birer mektup yazmıştır. Eşine mektubunda şöyle der:“Gene delireceğim eminim. O korkunç günleri yeniden yaşamaya katlanamayacağımı hissediyorum. Bu kez iyileşemeyeceğim üstelik… Sesler duymaya başlıyorum… Bu yüzden de yapabileceğim en doğru şeyi yapıyorum. Sen, mutlulukların en büyüğünü verdin bana… Bundan böyle savaşamam… Senin yaşamını bozduğumu biliyorum… Kendi yaşamımın bütün mutluluğunu sana borçluyum… Beni herhangi bir kişi kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Senin iyiliğine güvenimden başka her şeyimi yitirdim… Artık senin yaşamını bozamam. Hiç kimse bizim ikimizden daha mutlu olmamıştır” (Urgan, 2004:47).


Hayatında hiçbir şey Plath’in yazma tutkusunun, şiirle varolma savaşımının önüne geçememiştir. Bunalımının temel nedeni de buydu. “Kadından şair olmaz” diyenlere, “Kadın olmasına karşın...” deme ahmaklığını gösterenlere toslamıştı hep; bulunduğu ortamlarda önce sevgilisi, sonra kocası ve şiir alanında da kendisinden hep bir adım önde olan Ted Hughes ile aşık atmak zorunluluğu içindeydi ve aynı zamanda da güzel kadın, anne, sevgili gibi kadına biçilen birçok rolleri giyinmek zorundaydı, ama tüm bunların ötesinde, şair olduğunun herkesçe tanınması savaşımını da verdi. Bu savaşımı verirken de parçalanarak çoğaldı ( Eradam, 2004: 76). Ölüm Sisyphus’un kayasıdır. Onun mahvoluşu, cezalandırılışı, onu yaşadığı için acı çekmeye zorlayan absürd bir eyleme dönüşür. Plath’ın kayası muazzam hayal gücünün yanısıra mutfağıdır, anne ve eş olmanın sorumluluklarıdır. Ama ona kendi ölümünü dayatan odadan çıkıp kapıyı kapar ( Marmara,2006: 29)

Anne Sexton Erica Jong’un deyimiyle derisi olmayan bir kadın gibi görünürdü. Her şeyi o kadar derinden hissederdi ki, acıyı filtreleyebilecek çok az kapasitesi vardı, günlük hayatın basit olayları bile çoğu zaman ona dayanılmaz gelirdi ancak paradoks olarak bu derisizlik hali bir insanı şair yapabilirdi. Bir insan dil yeteneğine de sahip olmalıdır tabii ama bu büyük yetenek bir lanetle birleşmezse işe yaramaz: bu lanet keskin gözlere sahip olmaktır, o gözler o kadar keskindir ki çoğu kez kapanmak ister. Hiçbir şey onun gözünden kaçmazdı, o herşeyi görürdü. Dünyada görülecek şeylerin çoğu acı verici olduğundan, Anne de genelde acı içinde yaşardı, acı ile arasındaki perde ise şiirleriydi. The Death Notebooks’un önsözünde Hemingway’ın şöyle bir sözü var:”....ölümünden bir hayat çıkarabilirsin. Sexton ölümünün bütün öyküsünü şiire aktarmadan ölemezdi bu onun yaşamıydı ve o bunu mümkün olduğu kadar uzun tuttu (Jong, 1974: 1).

Aynı şekilde Plath’in de narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir. Plath’ın varoluşu, zalimliği doğal olarak kendisini yabancılaşmaya itecek olan şikayetçi zihni tarafından beslenen yalnızlık peçesiyle örtülür. Istırap içinde yaşar ve kaçamak kederini kavramayı başarır (Marmara,2006:23).

Gerek Plath’ın intiharının gerekse Sexton’ınkinin, özellikle feministler tarafından, yaşamlarında olumlu bir güç olarak feminizmin bulunmayışının sonucu gibi görülmüş olması ilginçtir. Bu doğru olabilirse de, intihar ediminin, geleceği olduğu kadar geçmişi de içeren tarihsel bağla yerleştirilmesi zorunludur. Sexton ve Plath daha önce yaşamış olsalardı, geleneksel rollere bağlanacaklarından, yaşamlarının gerginliğini intiharı zorunlu bir almaşık kılacak ölçüde artıran o bağımsızlığa girişmemiş olacaklardı. “İntiharları, en azından belli ölçülerde, bu şairlerde yirminci yüz yıl kadın şairler tarihi içinde geçiş niteliği taşıyan konumları bağlamına yerleştirmek gerekiyor.

Kadın olmak pek çok meslek alanında dışlanmışlığa, ikincilliğe, başarısızlığa atıfları içeren zorlukları barındırır. Fakat yazarlık gibi insanın bütün varoluşuyla içinde yer alması gereken bir sanat alanında kadın olmak daha da zordur. Bu zorluk öncelikle kadınların ev içi rolleri ile yazarlık rolleri arasındaki çelişkileri barındırsa da bununla sınırlı kalmaz. Yazarlık yazımların metalaştığı yayınevlerinin patronları olan erkeklerin, ev içi rollerinden kolayca sıyrılabilen erkek yazarlarla pazarlığının mevcut hâkimiyetinin dünyasıdır. Yazım dünyasındaki ödülleri erkekler verir ve sonuç olarak da erkekler alır. Bu dünyada en verimli ve yaratıcı çalışmaları üreten bir kadın yazarın bile başarılı olma şansı azdır. Bu başarısızlık da kadının zaten doğduğu andan itibaren içerisinde barındırdığı ikincillik duygusunu kuvvetlendirir. Bu ikincillik ve başarısızlık duygusunun yanında kadının bedenine hâkim olabilme arzusu da yer almaktadır. Yaratıcı kadının bedenine hâkim olma arzusu tüm bu olumsuz duygular ve çelişkilerle birleşince, onu intihara sürükleyebilir. Bu çalışmada aktarılan üç kadın yazarın da intihara giden yaşam süreçlerinde benzer düğümler gözlenmektedir. Şüphesiz Plath, Woolf ve Sexton’ın intihar süreçlerini o günkü toplumsal yaşamdan, kendilerinin anne, baba ve eş gibi yakın referans kişiler ile ilişkilerinden bağımsız bir biçimde çözümlemeye çalışmak pek mümkün gözükmemektedir.

Son olarak, ölüm cinsiyet ayırmaz ama kadın için daha fazlasıyla bir varoluş, bir hâkimiyet sorunudur. Bu noktada belki de kadın intihar ederken, hayatı boyunca kullanamadığı gücünü kullanarak sonsuza kadar akıllarda kalmakta ve erkeklerden ve ataerkil toplumun tüm mensuplarından öç almaktadır.

Kendisi de intihar ederek yaşamını sonlandırmış olan Nilgün Marmara’nın Plath için yazdığı şu satırlar bize göre diğer iki kadın için de geçerlidir: “Plath sıkıcı bir hayat sürse belki yaşam sürecini uzatabilirdi, ama bunu yapamadı çünkü hayatının kapısını şiirinki gibi kapamayı yeğledi, hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir kesinlikle” (Marmara, 2006: 46).


*Bu yazı Emily ile birlikte yazılmıştır.

 
Kaynakça

Eradam, Y. (1997) Benden Sonra Tufan,İmge Kitabevi, Ankara
Eradam, Y. (Ağustos 2004 ) Milliyet Sanat Dergisi, “Susma Cesareti”, ss. 76-81
Jong, E. (Ekim 1974) ”Remembering Anne Sexton”
Kale, S. (Mart 2006) Milliyet Kitap Dergisi, “Akıl kaçıyor çünkü bir yere gidiyor”
Marmara, N. (2006) Sylvia Plath’in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi, Everest Yayınları, İstanbul
Özen, Ö. (Ağustos 2008) Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, ”Plath’ın Sırça Fanus’unda İntihar Olgusu ve Ayrılıkçı Benlik”
Plath S. (1998) Sylvia Plath’in Günceleri,Çev.Şadan Karadeniz, Oğlak Yayıncılık, İstanbul
Plath, S. (2007) Sırça Fanus,Çev.Handan Saraç, Can Yayınları, İstanbul
Taylan, C. (Ocak-Nisan 1994 ) ”Kadınların Yazdığı Şiir: Evrim Halindeki Estetik”, Sonbahar Kadın şairler Altarı, çev.Necmiye Alpay
Woolf, V. (2008) Kendine Ait Bir Oda, İletişim Yayıncılık, İstanbul
Woolf, V. (2008) Bir Yazarın Güncesi, İletişim Yayıncılık, İstanbul
Woolf, V. (2008) Deniz Feneri, İletişim Yayıncılık, İstanbul
Urgan, M. (2004) Virginia Woolf İnceleme, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul

4 Nisan 2012 Çarşamba

Elma

Geçenlerde liderlik üzerine bir yazı yazmamız gerekti. Benim de aklıma okumak için bir kenara ayırdığım; ama bir türlü fırsat bulup okuyamadığım bir makale geldi: HBR'de çıkan "Steve Jobs'dan Gerçek Liderlik Dersleri". Adamın biyografisinden nasıl bir lider olduğuna dair çıkarımlarda bulunmuşlar.


Liderlik deyince çok "iş" kokuyor ve kulağa özenti geliyor. Ama yine de yazıyı okumanızı ve hayallerinden, kişiliğinden, duygularından ve değerlerinden vazgeçmeden mutlu, başarılı, ünlü, zengin ve etkili bir insan olmayı başaran ve kurduğu teknoloji şirkerine "Elma" adını veren bu renkli adamı tanıma fırsatını kaçırmamanızı öneririm. Bir de, ben yazıda hoşuma giden bir kaç bölümden bahsedeceğim. Hem özensiz bir çeviri yaptığım için, hem de yazı çok leziz olduğu için, tamamını okuyun derim.

  • Jobs, Hindistan'da Budizm eğitimi almış. Normal kurallar ona işlemiyor gibi davranırmış. Basitliğe tutkunmuş. Bu özellikleri Apple'ın ürünlerine de olduğu gibi yansımış bence. İlham veren, normalden farklı ve kullanımı basit ürünler yapıyorlar.

  • Jobs basitliği takdir etmeyi Atari'de gece vardiyasında çalışırken öğrenmiş. Atari'nin oyunları bir kullanım kılavuzu olmadan satılırmış. Örneğin; Star Trek oyunu için sadece şu talimatlar varmış: 1.Kartuşu tak. 2. Klingonlardan kendini sakın. :)

  • Jobs için şu yorum yapılmış yazıda: "Steve Jobs, 60'ların sonlarında San Francisco körfezinden doğan iki büyük sosyal hareketin ürünüydü. Birincisi saykodelik ilaçlar, rock müzik ve otorite karşıtlığı ile öne çıkan hippilerin ve savaş karşıtı akitivistlerin alt-kültürüydü. İkincisi ise mühendisleri, asosyal ve tuhaf bilgisayar dehalarını, kafayı bilgisayarla bozmuşları, ilk bilgisayar korsanlarını da içeren, Silikon Vadisi'nin yüksek teknoloji ve korsan kültürü idi. İkisinin de ötesinde, kişisel aydınlanmasına giden bir çok yol vardı: Zen ve Hinduizm, meditasyon ve yoga, çocukluğa inen ilk çığlık terapisi ve bütün duyuların belirli bir süre kapatıldığı duyusal yoksunluk terapisi, Esalen enstitüsü ve est tedavisi. .... Apple kurumsal bir yapı olduktan sonra bile Jobs, sanki hala bir korsan ve hippi olduğunu ispatlamak için, isyanını ve alt kültürünü reklamlarında da sürdürdü". Farklı Düşün ve 1984 reklamları da yazıda buna örnek olarak gösteriliyor. Reklamları çok beğenmedim şahsen ama, Jobs'ın bu geçmişi, alt-kültürden gelişi, kişisel gelişime ve aydınlanmaya önem vermesi, farklı yollara açık olması bana çok sıcak geliyor.

22 Mart 2012 Perşembe

"Bahar gelmiş dayanmış.. Dalda yaprak bebeciğim, suda köpük uyanmış.."

Dün 21 Mart’tı, yani gece gündüze eşitti, nevruzdu, baharın başlangıcıydı.
 
Heykeltraş Mehmet Aksoy Polonezköy yakınındaki Cumhuriyet Köyü’ndeki ev atölyesinin bahçesinde bir kutlama düzenlemiş (Belki biliyorsunuzdur ama yine de yazayım: Bu eve böcek ev diyorlar, yarım daire şeklinde, içinde sütun vs yok. Kocaman bir arazinin içinde. Işıl ışıl bir ev). 5N1K dün akşam canlı olarak yayınladı kutlamayı. Daha çok muhalif sanatçılar, bilim insanları ve Aksoy’un akrabaları, arkadaşları vardı. Tam eş-dost takımı.

Aksoy onca yaşına rağmen ne kadar genç, diri, neşeli ve süslü idi anlatamam. Renkli kıyafetler, bileklikler takmış, yanakları al al. Ve de nasıl kendine güvenli bir insan. Ateş için bir konstrüksiyon yapmış, upuzun. Yani ilk yandığında alevler bayağı göğe yükseldi. Muhabir “Ay yayılır mı, sıçrar mı?” falan diye sordu, adam da gözünü ateşten ayırmadan, içtenlikle “Yok, hiçbir şey olmaz, onun içinde çok iyi bir konstrüksiyon var” dedi. İnsanın yaptığı işten bu kadar emin olması ne kadar güzel, değil mi?

Nevruzun ne anlama geldiğini de anlattı. İnsanlar eskiden ateşi yakıp eski eşyalarını atarlarmış içine. Yeniye açık olabilmek için, yenisine yer açmak için. Muhabir “Siz ne atardınız?” diye sordu, o da “Bir takım evrakı” dedi. Sonra da “Keşke o davalar olmasaydı ama önemli değil. Önemli olan umudu yitirmemek, devam etmek, vicdanlı bir insan olmak” minvalinde bir şeyler söyledi. Çok hoşuma gitti.

Muazzez İlmiye Çığ da davetliler arasındaydı. O da nevruzun Sümerlerdeki anlamını anlattı. Bunu izlerken aklıma haftasonu okuduğum röportajı geldi. Yakaladınız mı bilmiyorum, bu Pazar Ayşe Arman yapmıştı. Hayat dolu bir kadın, okumak, dinlemek çok iyi geliyor (Röportaj için tıklayın).

İnsanın kalbinde hep umut olmalı. Hep okumalı, yazmalı, çizmeli, yapmalı, yaratmalı. Işığı o zaman görebiliyoruz.

Baharımız kutlu olsun.

Meraklısı için Böcek Ev

 

* Fotoğrafları oktayguney.blogspot.com ve patakute.com adresinden buldum.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Peter Poulsen

Bir insan düşün ki,
bir sırrı yaşam boyu saklayıp
sonra birden bir yıldız gibi patlayarak
her yöne dağılmış olsun;
ya da bir insan ki, aşk acısını unutmak için,
Amazonas'ta yıllarca kelle avcılığı
ya da Seylan'da bir ekimlikte
çikolata toplayıcılığı yaptıktan sonra,
gövdesi tunçlaşmış, tam zamanında yurduna dönsün:
sevgilisi koşup boynuna sarılsın,
çocukluğunu geçirdiği ev
açık artırmayla satılmaktan kurtulsun -
ya da bir kimyacı ki,
yaşam boyu sürdürdüğü çalışmanın
sonuç vermesine dört dakika kala
düşüp ölsün,
bu yüzden de yoksun kalsın dünya
kendiliğinden cilalayan ciladan.
Bir düşün ne durumlara düşüyor insan,
gene de geliyor üstesinden
ne olursa olsun.


* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

bırakıp gidersen beni deli olurum
dama çıkar kurşun sıkarım yoldan geçenlere
bırakıp gidersen beni
jimi hendrixin plağını pikaba koyup
hep aynı parçayı çalarım ölünceye kadar
bırakıp gidersen beni on kasa viski getirip
kafayı çeker evin girişine dikilir nara atarım
bırakıp gidersen beni tutar çocukluğumda
oynadığım bebeği kılım kıpırdamadan
elektrik süpürgesinin kordonuyla boğarım
bırakıp gidersen beni abdal olur da
bozkırda kral lear gibi analar kurumuna
haber gönderip tez elden kısırlaştırılmak isterim
bırakıp gidersen beni buzluğu en soğuğa ayarlayıp
içine uzanır uyku bastırsın diye beklerim
bırakıp gidersen beni aynanın karşısına geçer
usturayla suratımı paramparça ederim
bırakıp gidersen beni
oturup gözlerimi duvara diker
öylece beklerim geri gelmeni..

1 Ağustos 2010 Pazar

Connecting The Dots

Steve Jobs'ın, Stanford'ın 2005 diploma töreninde yapmış olduğu konuşmasını tekrar dinledim bugün. Belki eski; ama benim için hala geçerli ve hala ilham verici. Çünkü hala noktaların birleşeceğini umuyorum.. Çünkü hala dünyadaki son günümde yapmak istemeyeceğim şeyleri yapıyorum..

"Thank you. I'm honored to be with you today for your commencement from one of the finest universities in the world. Truth be told, I never graduated from college and this is the closest I've ever gotten to a college graduation.

Today I want to tell you three stories from my life. That's it. No big deal. Just three stories. The first story is about connecting the dots.

I dropped out of Reed College after the first six months but then stayed around as a drop-in for another eighteen months or so before I really quit. So why did I drop out? It started before I was born. My biological mother was a young, unwed graduate student, and she decided to put me up for adoption. She felt very strongly that I should be adopted by college graduates, so everything was all set for me to be adopted at birth by a lawyer and his wife, except that when I popped out, they decided at the last minute that they really wanted a girl. So my parents, who were on a waiting list, got a call in the middle of the night asking, "We've got an unexpected baby boy. Do you want him?" They said, "Of course." My biological mother found out later that my mother had never graduated from college and that my father had never graduated from high school. She refused to sign the final adoption papers. She only relented a few months later when my parents promised that I would go to college.

This was the start in my life. And seventeen years later, I did go to college, but I naïvely chose a college that was almost as expensive as Stanford, and all of my working-class parents' savings were being spent on my college tuition. After six months, I couldn't see the value in it. I had no idea what I wanted to do with my life, and no idea of how college was going to help me figure it out, and here I was, spending all the money my parents had saved their entire life. So I decided to drop out and trust that it would all work out OK. It was pretty scary at the time, but looking back, it was one of the best decisions I ever made. The minute I dropped out, I could stop taking the required classes that didn't interest me and begin dropping in on the ones that looked far more interesting.

It wasn't all romantic. I didn't have a dorm room, so I slept on the floor in friends' rooms. I returned Coke bottles for the five-cent deposits to buy food with, and I would walk the seven miles across town every Sunday night to get one good meal a week at the Hare Krishna temple. I loved it. And much of what I stumbled into by following my curiosity and intuition turned out to be priceless later on. Let me give you one example.

Reed College at that time offered perhaps the best calligraphy instruction in the country. Throughout the campus every poster, every label on every drawer was beautifully hand-calligraphed. Because I had dropped out and didn't have to take the normal classes, I decided to take a calligraphy class to learn how to do this. I learned about serif and sans-serif typefaces, about varying the amount of space between different letter combinations, about what makes great typography great. It was beautiful, historical, artistically subtle in a way that science can't capture, and I found it fascinating.

None of this had even a hope of any practical application in my life. But ten years later when we were designing the first Macintosh computer, it all came back to me, and we designed it all into the Mac. It was the first computer with beautiful typography. If I had never dropped in on that single course in college, the Mac would have never had multiple typefaces or proportionally spaced fonts, and since Windows just copied the Mac, it's likely that no personal computer would have them.

If I had never dropped out, I would have never dropped in on that calligraphy class and personals computers might not have the wonderful typography that they do.

Of course it was impossible to connect the dots looking forward when I was in college, but it was very, very clear looking backwards 10 years later. Again, you can't connect the dots looking forward. You can only connect them looking backwards, so you have to trust that the dots will somehow connect in your future. You have to trust in something --your gut, destiny, life, karma, whatever-- because believing that the dots will connect down the road will give you the confidence to follow your heart, even when it leads you off the well-worn path, and that will make all the difference.

My second story is about love and loss. I was lucky. I found what I loved to do early in life. Woz and I started Apple in my parents' garage when I was twenty. We worked hard and in ten years, Apple had grown from just the two of us in a garage into a $2 billion company with over 4,000 employees. We'd just released our finest creation, the Macintosh, a year earlier, and I'd just turned thirty, and then I got fired. How can you get fired from a company you started? Well, as Apple grew, we hired someone who I thought was very talented to run the company with me, and for the first year or so, things went well. But then our visions of the future began to diverge, and eventually we had a falling out. When we did, our board of directors sided with him, and so at thirty, I was out, and very publicly out. What had been the focus of my entire adult life was gone, and it was devastating. I really didn't know what to do for a few months. I felt that I had let the previous generation of entrepreneurs down, that I had dropped the baton as it was being passed to me. I met with David Packard and Bob Noyce and tried to apologize for screwing up so badly. I was a very public failure and I even thought about running away from the Valley. But something slowly began to dawn on me. I still loved what I did. The turn of events at Apple had not changed that one bit. I'd been rejected but I was still in love. And so I decided to start over.

I didn't see it then, but it turned out that getting fired from Apple was the best thing that could have ever happened to me. The heaviness of being successful was replaced by the lightness of being a beginner again, less sure about everything. It freed me to enter one of the most creative periods in my life. During the next five years I started a company named NeXT, another company named Pixar and fell in love with an amazing woman who would become my wife. Pixar went on to create the world's first computer-animated feature film, "Toy Story," and is now the most successful animation studio in the world.

In a remarkable turn of events, Apple bought NeXT and I returned to Apple and the technology we developed at NeXT is at the heart of Apple's current renaissance, and Lorene and I have a wonderful family together.

I'm pretty sure none of this would have happened if I hadn't been fired from Apple. It was awful-tasting medicine but I guess the patient needed it. Sometimes life's going to hit you in the head with a brick. Don't lose faith. I'm convinced that the only thing that kept me going was that I loved what I did. You've got to find what you love, and that is as true for work as it is for your lovers. Your work is going to fill a large part of your life, and the only way to be truly satisfied is to do what you believe is great work, and the only way to do great work is to love what you do. If you haven't found it yet, keep looking, and don't settle. As with all matters of the heart, you'll know when you find it, and like any great relationship it just gets better and better as the years roll on. So keep looking. Don't settle.

My third story is about death. When I was 17 I read a quote that went something like "If you live each day as if it was your last, someday you'll most certainly be right." It made an impression on me, and since then, for the past 33 years, I have looked in the mirror every morning and asked myself, "If today were the last day of my life, would I want to do what I am about to do today?" And whenever the answer has been "no" for too many days in a row, I know I need to change something. Remembering that I'll be dead soon is the most important thing I've ever encountered to help me make the big choices in life, because almost everything--all external expectations, all pride, all fear of embarrassment or failure--these things just fall away in the face of death, leaving only what is truly important. Remembering that you are going to die is the best way I know to avoid the trap of thinking you have something to lose. You are already naked. There is no reason not to follow your heart.

About a year ago, I was diagnosed with cancer. I had a scan at 7:30 in the morning and it clearly showed a tumor on my pancreas. I didn't even know what a pancreas was. The doctors told me this was almost certainly a type of cancer that is incurable, and that I should expect to live no longer than three to six months. My doctor advised me to go home and get my affairs in order, which is doctors' code for "prepare to die." It means to try and tell your kids everything you thought you'd have the next ten years to tell them, in just a few months. It means to make sure that everything is buttoned up so that it will be as easy as possible for your family. It means to say your goodbyes.

I lived with that diagnosis all day. Later that evening I had a biopsy where they stuck an endoscope down my throat, through my stomach into my intestines, put a needle into my pancreas and got a few cells from the tumor. I was sedated but my wife, who was there, told me that when they viewed the cells under a microscope, the doctor started crying, because it turned out to be a very rare form of pancreatic cancer that is curable with surgery. I had the surgery and, thankfully, I am fine now.

This was the closest I've been to facing death, and I hope it's the closest I get for a few more decades. Having lived through it, I can now say this to you with a bit more certainty than when death was a useful but purely intellectual concept. No one wants to die, even people who want to go to Heaven don't want to die to get there, and yet, death is the destination we all share. No one has ever escaped it. And that is as it should be, because death is very likely the single best invention of life. It's life's change agent; it clears out the old to make way for the new. right now, the new is you. But someday, not too long from now, you will gradually become the old and be cleared away. Sorry to be so dramatic, but it's quite true. Your time is limited, so don't waste it living someone else's life. Don't be trapped by dogma, which is living with the results of other people's thinking. Don't let the noise of others' opinions drown out your own inner voice, and the most important, have the courage to follow your heart and intuition. They somehow already know what you truly want to become. Everything else is secondary.

When I was young, there was an amazing publication called The Whole Earth Catalogue, which was one of the bibles of my generation. It was created by a fellow named Stuart Brand not far from here in Menlo Park, and he brought it to life with his poetic touch. This was in the late Sixties, before personal computers and desktop publishing, so it was all made with typewriters, scissors, and Polaroid cameras. it was sort of like Google in paperback form thirty-five years before Google came along. I was idealistic, overflowing with neat tools and great notions. Stuart and his team put out several issues of the The Whole Earth Catalogue, and then when it had run its course, they put out a final issue. It was the mid-Seventies and I was your age. On the back cover of their final issue was a photograph of an early morning country road, the kind you might find yourself hitchhiking on if you were so adventurous. Beneath it, were the words, "Stay hungry, stay foolish." It was their farewell message as they signed off. "Stay hungry, stay foolish." And I have always wished that for myself, and now, as you graduate to begin anew, I wish that for you. Stay hungry, stay foolish.

Thank you all, very much."

20 Temmuz 2010 Salı

Festival Günlüğü - 3. ve Son Gün (Pazar)

Bugün büyük gün. Çok büyük gün. Metallica ile 4. buluşmamız gerçekleşecek!

Eskiden konser deyince benim aklıma Harbiye Açıkhava'da Kayahan veya Kuşadası'nda Ahmet Kaya konseri gelirdi. Ama 90'lı yılların başından itibaren dev isimlerin gelip stadyumlarda konser vermesiyle birlikte konser kavramı ses düzeni, sahne şovu, dev ekran, ayakta izlemek, sahneyi görememek, akşamki konser için sabahtan sıraya girmek ve tabii konser alanından mutluluktan uçarak ayrılmak gibi anlamlar da edindi.


Metallica İstanbul'a ilk geldiğinde sene 1993'tü. Metallica albümü 1991'de çıkmıştı ve grup hemen 2 sene sürecek Wherever We May Roam turuna başlamıştı. Bu kapsamda Amerika, Avrupa ve Uzakdoğu'yu gezmişler; ancak bize uğramamışlardı. Ama bir sonraki sene Nowhere Else To Roam turu yaptılar ve Avrupa bacağında, 25 Haziran'da İstanbul'a da geldiler. Hiç unutmam konserin sponsoru Pepsi idi ve orada muhasebe bölümünde çalışan ve konsere gitmeyi deli gibi istediğimi bilen komşumuz bana bedava bilet getirmişti :) O zamanlar ne okulda, ne de mahallede bu müziği dinleyen arkadaşlarım vardı. Tamamen yalnızdım. Dolayısıyla konsere gidebileceğim bir arkadaş grubum da yoktu. Fakat, tek başıma otobüse binmeme ancak orta sonda izin vermiş ailem için de 16 yaşındaki kızlarını kimlerin geleceği, ne olacağı belirsiz koca stadyuma, uzun saçlı, tuhaf görünümlü bir takım tiplerin yaptığı, muhtemelen kötü şeylerden bahseden, acaip gürültülü bir müziği dinlemeye tek başına göndermek kabul edilebilir bir şey değildi. Daha müziğin mi adı metalika, grubun mu onu bile tam anlayamamışlardı :) Neyse ki çözüm basitti: Daha önce Guns'n Roses konserindeki taktiklerini uyguladılar ve beni ailenin en aklı başında ve güvenilir olarak bilinen yeğeni Teknik Abime emanet ettiler. Ancak bilmedikleri nokta Teknik Abimin Queen hastası olduğu ve GNR konserine sırf ön grup Brian May Band diye katlandığıydı :)


Konser günü, 13 yaşında olan kardeşim ile birlikte Teknik'in Şişli'deki ofisine gittik. Dediğim gibi etrafımda heyecanımı ve sevincimi paylaşabileceğim birileri yoktu. Ben heyecandan yerimde duramaz ve bir an önce stada gitmek isterken Teknik geniş geniş "Gideriz, oturun, kola içer misiniz?" modelindeydi. En sonunda stadyuma gittiğimizde kardeşime de bir bilet alıp "Hadi siz girin izleyin, çıkışta da yine ofise gelirsiniz, sizi eve bırakırım" dedi. Biz "Fakat, nasıl olur, annem.." diye kekelerken de bizi turnikelerden içeri soktu ve gitti. Bugün kardeşimle konuşuyorum da, o konserden ikimizde de hiç gidip su, kola, sandviç vs almak veya tuvalete girmek gibi bir anı yok. İkimiz de yerimizi bırakmamışız galiba. Hatta kardeşim herkeste renkli ışıkların olduğunu, bir amcanın ona da vermek istediğini, kendisinin "Benim param yok" dediğini, adamın da "Senden para isteyen mi oldu koçum" diip ısrarla vermek istediğini; ama buna rağmen ışığı almadığını hatırlıyor. Nasıl bir tembihlemişse annem artık :)))


O ilk konser benim için de, kardeşim için de hep "en iyi" konserdir. Büyülenmiş gibi çıkmıştık staddan. Orada yaşadığımız heyecanı, mutluluğu başka bir konserde yaşayamayız herhalde, James beni sahneye çağırıp öpmedikçe :) Kardeşimle aramızdaki bağı güçlendiren en önemli olaydır bir de bence. Ortak sır gibi bir şey. Çok değerli bir anı..


Çok fazla baskılı t-shirt falan giymeyi, bir şeyin adını üstümde taşımayı sevmiyorum; ama Metallica bu konuda bir istisna. Fixxxer converselerime bayılıyorum. Bir şekilde acıdan beslenen bünyem şarkıya da bayılıyor zaten.

Dolls of voodoo all stuck with pins
One for each of us and our sins
...

So tell me can you heal what father's done?
Or fix this hole in a mother's son?
Can you heal the broken worlds within?
Can you strip away so we may start again?
Tell me can you heal what father's done?
Or cut this rope and let us run?
Just when all seems fine and I'm pain free
You jab another pin
Jab another pin in me


Blood for face
Sweat for dirt
Three x's for the stone
To break this curse
A ritual due
I believe I'm not alone
Shell of shotgun
Pint of gin
Numb us up to shield the pins
Renew our faith which way we can
To fall in love with life again
To fall in love with life again
To fall in love with life again
To fall in love
To fall in love
To fall in love with life again

...

No more pins in me.

Metallica büyüme serüvenimde bana eşlik eden ve kendilerinin de olgunlaşma süreçlerine tanık olduğum bir grup. Metallica benim için Jason'lı kadrodur, mevcut haline çok da Metallica diyemiyorum. Rob'u bir türlü sevemedim, yakıştıramadım. Jason'ın yarısı kadar back vokal yapamıyor ve şekilci bir insanım belki ama beyaz çoraplarına da uyuz oluyorum. Bir gün yakalayıp çekicem kulaklarını "Bi daa giyilmeyecek o çoraplar!" diye.


Grubun beyni ve finans dehası Lars olabilir; ama kalbi James'tir bana göre. Ben bu adamı ilk gördüğüm andan beri nasıl seviyor ve beğeniyorum anlatamam. İlk gençlik yıllarımdan bu yana gizlice günlüğünü okur gibi şarkı sözlerinden duygularını, düşüncelerini takip ettiğim bir ulaşılamayan sevgili. Gerçi artık olsa olsa bir abi :) Geçenlerde Eurybie karısı ve çocukları ile çekilmiş bir resmini gönderdi. Allahım bayıldım. Her fotoğrafta, o gayet sıradan olan karısının mutlaka ya elini tutuyor, ya beline dolanıyor. Fotoğraflarından nasıl bir mutluluk ve heyecan akıyor belli değil. Bu yüzden de çok takdir ediyorum kendisini. Helal olsun diyorum. Bu metalci abilerin bir kısmı (mesela Dave Mustaine, Sebastian Bach, Kirk Hammet, Slash...) alkolün, karının, kızın dibine vurduktan sonra gayet güzel evlenip bir de çocuk yaptılar. Lars da çocuk sahibi oldu ama evliliğini yürütemedi, onu saymıyorum. Ondaki ego ve çene ile bir kadının baş etmesi biraz zor. Ne diyordum? James... Hastasıyım işte, daha fazla lafa gerek yok. Bütün o karizması, sahnede bir dev gibi bacaklarını yaya yaya yürümesi, kendine güveni, masmavi gözleri, vokalist/ gitarist/ şarkı sözü yazarı/ besteci/ frontman olarak yeteneği, başarısı bir yana, samimiyetini, normal bir insan olmasını ve başarısızlıklarını, zayıflıklarını da gayet açık kabul etmesini çok seviyorum. Bende kredisi hiç bitmeyecek insanlardan biridir kendisi (Bana bak, ne oluyosa bana :))). Ama kendi kulaklarımla duysam mesela abuk subuk bi şii dediğini "Ay yok, öyle demek istememiştir o ablası" diye savunurum inatla yani :)


Taste me you will see
More is all you need.


İşte yani böylesine böyük bir günde, Gren ve Foma'yı maalesef kaçırıp, Anthrax'a yetişebilmek umuduyla kardeşimle evden çıktık. Ancak daha sonra yine "Dur ya yokuşu yürüyerek inelim, tadı ayrı oluyo" modeline girince, onun da yarısını kaçırdık. Kapıdan girip yolda biralarımızı alıp tribüne çıktık, sağlı sollu selam verip yerimize geçtik. Kuzenler falan gelmişti hep. Anthrax abiler gayet iyiymiş, son 3 şarkıdan bile anlaşılıyordu, "Keşke başından itibaren yakalasaydık" dedik; ama Megadeth'le olan randevuya çok çok az kaldığı için pek de üzülemedik. Şu "That One Night" DVD'sini aldığımızdan beri bir Megadeth konserinde Hangar 18 söylenirken davulların arasında Mee-gaa-deth ve Symphony of Destruction çalarken de gitar aralarında Mega-deth-Mega-deth-...-Mega-deth demek için ölüyordum :) Çok şükür rabbim bu günleri de gösterdi.


Megadeth'in çıkış anını hatırlamıyorum. Kötü ses düzenini, Dave Abinin bu sebeple zırt pırt arkaya doğru yok olmasını, hala acaip gür ve boya da olsa acaip kızıl saçlarını, seyirciyle pek diyaloğa girmemesini (ver, kafasını önüne eğip gitarını çalsın), beyaz gömleğini ve tabii ki beyaz Megadeth bilekliklerini (konser sonrasında öpüp seyirciye attı, ahhhh), She-Wolf hariç sevdiğim tüm şarkılarını çaldıklarını ve maalesef üstüne A Tout Le Monde da çaldıklarını, "Ay gıcık oluyorum inşallah çalmazlar" diyen benim ise şarkının girişini duyar duymaz "Don't remember where I was" diye bağır çağır giriştiğimi hatırlıyorum. Biz görmedik; ama rivayet odur ki ses düzenine iyice gıcık kapan arkadaşımız sahneden inerken gitarını kolonlardan birine saplamış. Eline sağlık.




Bu arada konser öncesi veya sonrası bilmiyorum, sahne arkasında Big 4'un fotosunu çekmeye çalışıyorlar. Anthrax'ın minicik boylu ve yaşlı solisti de arkalardan kendini göstermeye çalışıyo, başaramayınca gelip en öne çömelmeye kalkıyo. Bunu gören James-kadar-olmasa-da-nispeten-dev Deyv Abi adamı kolundan çekip tek hamlede ayağa kaldırıyo ve kendi önüne koyuyo. Yani aslında gayet iyi niyetle ve saygıdan yapıyo bu hareketi ama amca onun yanında o kadar minik ki resmen kukla gibi sallanıyo, çok komik bir sahne :)

Ve Slayer. O neymiş öyle ya? Nasıl bir hayran kitlesi vardır? Bacak kadar veletler bile Slayer tişörtleriyle dolaşıyordu ortalıkta. Grup çıkar çıkmaz saha içi kaynamaya başladı ve  irili ufaklı pek çok pogo girdabı oluştu.

Slayer da indikten sonra yerinde duramama faslı başladı. Tuvalete gideyim, biramı alayım, herşeyim tam olsun telaşına düştük. Kızlar tuvaletinin önüne gittiğimde sıranın dışarılara taşmış olduğunu gördüm. "Uf ne yapsam?" diye düşünürken kardeşim erkekler tuvaletinden çıktı. "Orası boş mu?" - "Boş" - "E ben gireyim oraya?" - "Gel" şeklinde gelişen sohbet sonrasında kardeşimin bekçiliğinde en az kızlar tuvaleti kadar iğrenç ama şükür ki boş erkekler tuvaletini de görmüş oldum. Artık tamamen hazırım!

Hava kararmaya başladı. Artık her an Ecstasy of Gold'u duymaya başlayabiliriz.

....

Gerisi bir rüya.


Ya bu ne şeker bir insan allahım yarebbim.

James sahneye çıktığı anda koca stadı avucunun içine aldı ve sahneden inene kadar da bir yere bırakmadı. Tempoyu ve heyecanı hep üst düzeyde tuttu. Bir an bile konsantrasyonumuz dağılmadı.

Ecstasy of Gold ve Creeping Death'i hiç kıpraşmadan ve ses çıkarmadan izleyip videoya çekmeye ahdetmiştim. Başlangıçta gayet iyi gitmişim; ama "die! die!" dediğimiz bölümde maalesef gaza gelmişim :)

2008 konserinde nerede nasıl eşlik edeceğini biraz el yordamıyla bulan seyirci bu sefer konsere acaip hazırdı. Daha James bir şey demeden kendi bölümlerine girişti, "Helal olsun!" dedim kendimize. Zaten o da Creeping Death'te çıkardığımız ses nedeniyle ellerini kulaklarına koyup "İnanamıyorum!" hareketi yaptı.

Blackened, Trapped Under Ice ve Fuel beni benden aldı. Blackened'da her "fire!" deyişinde alevler çıktı, muhteşemdi.

Nothing Else Matters'da sahneye sandalye kondu. Şarkının girişi çok romantikti; ama sonra gitar solo kısmında sandalyeye tekme koyup kalktı, sandalye Lars'ın yanına uçtu :) 

"Death Magnetic turunun son konseri" diip ağladı :))))))) "Turu bitirmek için daha iyi bir yer düşünemiyorum" dedi; ama galiba bunu Lars dedi. Lars yine elini boğazına koyup "Bittim" hareketini yaptı, yemedik.

James takılıp düşüyormuş numarası yaptı. Yere oturup pena show yaptı. Penaları dişine takıp dişlek oldu :))))

Bradfan çalarken kamera sahnede, davulda, gitarlarda, orada burada yer alan yazıları çekmeye başladı. Sonra da Setlist'i göstermeye başladı, yavaş yavaş aşağıya indi. Artık bilerek mi yaptı, kazara mı oldu bilmiyorum; ama Bradfan'den sonra Trapped'in geldiğini gördük.

Jaymz Seek and Destroy için saha ışıklarını yaktırdı, "Hepimiz sahnede olalım böylece" dedi. Sonra tribünlerin üstünden havai fişekler patladı. Muhteşem bir manzaraydı.

İstanbuuuuuuul! You make Metallica feel good!!


-Son-