18 Temmuz 2012 Çarşamba

Edebiyatta Üç Kadın ve İntihar: Sylvia Plath, Virginia Woolf, Anne Sexton

Egemenliği ve yönetimi erkeklere ait gelmiş geçmiş tüm toplumlarda tüm meslek grupları gibi sanat ve edebiyat da erkeklerin uğraşısıdır. Kadınlar bu alanlarda ancak ve ancak ev içi işlerinden, çocuklarının ve eşlerinin bakımlarından vakit ayıran birer hobi faaliyeti yürütücüleri olarak nitelendirilebilirler. Kadın boş zamanında bir şiir, bir öykü, bir roman yazabilir, kadına özgü kadınlık hallerini anlatan ama asla erkeğin yazdığı “başyapıtlar” kadar değerli olamayan.


Bu ikincillik de başarısının erkeğinki kadar kabul edilmesini bekleyen ve zaten ataerkil toplumun ona vermiş olduğu statü ve roller içinde gerilimli rol çatışmaları yaşayarak hapsolan kadını intihara sürükleyebilir. Kadın intihar sürecinin içinde ilk defa var olduğuna ilişkin bir söz söyleyebilecek ve ilk kez bedenine bir erkeğin hem kendisinin bedenine hem de “sahip olduğu” kadınların bedenlerine sahip olduğu gibi hükmedebilecektir. Virginia Woolf, Slyvia Plath ve Anne Sexton bu süreçlerden geçmiştir, kadınlığın yarattığı gerilimleri son anda kendi bedenlerine hükmederek sonlandırmışlardır.

Bu üç kadının yaşamları arasındaki paralellikler kadar yazınsal anlamda da birbirlerini takip ettikleri net bir biçimde fark edilebilir. Plath güncesinde Woolf’u takibini şöyle anlatmaktadır: “Woolf’u okursam, Lawrence’i okursam (Niçin bu ikisi? Onların görme gücü bambaşka, öylesine benimkini andırıyor ki) içimde bir kıpırtı duyar, büyük bir yapıt yaratmak için kışkırtılabilirim: filiz süren, yaşamın dokusuyla, malzemesiyle zengin: Beni çağıran, benim işim bu. Varlığıma bir ad, bir anlam veren 'andan kalıcı bir şey oluşturmak'” (Plath, 1998:246).

Slyvia’nın Virginia hakkındaki düşüncelerinde Virginia’nın intiharının da etkileri gözlenmektedir: “Virginia Woolf neden canına kıydı? Ya da öteki parlak kadınlar? Nörotik olduklarından mı? Yazdıkları, derin temel isteklerin yüceltilmesi miydi? Bir bilebilsem! Hedeflerimi, yaşam gereksinimlerimi nice yükseğe koyabileceğimi bir bilebilsem! Değerler cetveliyle oynayan kör bir kızın durumundayım. Hesaplama yeteneklerimin en aşağı noktasındayım şimdi” ( Plath, 1998:86).

Sexton’ın Plath’deki “nefret şiiri yazma” yürekliliğine olan hayranlığı da kaydedilmelidir: “…benim yazmaya cesaret edememiş olduğum şeydi. Yaşamımda bile öfkeyi dile getirmekten her zaman korkmuştum” (Taylan, 1994: 10).

Kadını Sanatta İkincilleştiren Cinsiyet Rolleri
Woolf, Plath ve Sexton toplumsal ve cinsel kimlikleri derin yarıklarla paramparça olmasına rağmen yazmaya ve savaşmaya devam etmişlerdir. Yazmak, onlar için acılarını yok etmek değil tam tersine var ederek sağaltmanın bir yoludur. Yazdıkça daha da derinleri kazımaya başlarlar, yazma süreçleri ölümünedir adeta ve dehaları, bir türlü yok edemedikleri yaratıcılıkları, onların en büyük suçu ve işkencesine dönüşür (Kale, 2006:2).

Plath, toplumda pasif bir insan olmak yerine, şiir sayesinde kendinin bilincine vararak, kendini hem kabullenmeye hem de aynı zamanda değişmeye zorlayan “gerçekliği” algılar ve yorumlar. Örneğin, Plath’in bazı dizeleri, onun erkeklerin dünyasındaki yaratma yetisine, özellikle kocasınınkine kıyasla kendisinin yetersizliğinin ipucunu verirler ve bu yetersizliğe karşı kazanabilecek tek eşsiz ve fantastik zafer intihar olacaktır (Marmara, 2006: 34, 44).

Plath, Sexton ve Woolf’un yaşadığı temel çelişkilerden biri kamusal alanın yarattığı veya bir yazar olarak var olabilmeyi düşledikleri alan ile özel alanda bir statüko biçiminde var olan kadınlık rolleri arasındaki gerilimdir. Kimi zaman kadınlık onlar için model alabilecekleri kimsenin yer almadığı boş bir atlas gibi gözükmektedir.

Kadın rollerini yâdsıma Plath’de suçluluk, yabancılaşma, psikosis ve kişilik bölünmesine yol açmıştır. Plath toplumdaki kadın rollerini tanrıçalar ya da benzemekten korktuğu canavarlar olarak sunmuş ve çarpıcı imgelerle kıstırılmışlığını dile getirmiş, toplumsal bir eleştiri gerçekleştirmiştir. Bu rollerin başlıcaları cadı, fahişe, anne ve ev kadını rolleridir. Bunların yadsınması kadının insan olarak kendini cinsiyetinden bağımsız oluşturmanın olanaksızlığı Plath’i bu rolleri çirkinlestirip, korkunçlaştırıp gotik ve mitolojik mekan ve yaşantıların kahramanları yapmasına ve kaynağını bilmediği bir düşmana karşi silah ya da bir çesit umacı olarak kullanmasına neden olmuştur (Eradam, 1997: 64).

Anne Sexton ise“28 yaşına gelinceye kadar, beyaz sos yapmaktan ve çocuk bezi değiştirmekten başka bir şey bilmeyen, Amerikan rüyasını, burjuvalara orta sınıfa özgü bu düşün içerisinde kendine düşen rolü oynayan biriydi. Kendini bu oyuna uygun davranabilmek için çok zorladı ama 28 yaşındayken yüzey çatladı, bunalıma düştü ve intihar teşebbüsünde bulundu”. Oynadığı rollerle kendi benliği arasındaki uyumsuzluk onu tüketiyordu ve psikologunun tavsiyesiyle yazmaya başladığı şiirlerinde hep bu ikilemlerin soğuk ve karanlık dünyasını dile getirdi:

Bir kadın olmaktan bıktım
Bıktım kaşıklardan ve postadan,
Bıktım ağzımdan ve göğüslerimden
Bıktım kozmetiklerden ve ipeklilerden
Hala masamda oturan adamlar vardı
Sunduğum çanağın etrafını çevrelemiş
Çanak doluydu mor üzümlerle
Ve kokusundan dolayı sinekler üşüştü
Ve babam bile geldi beyaz kemiğiyle
Ama cinsiyetle ilgili şeylerden bıktım

Adrienne Rich benzer bir duruma vurgu yaparak Anne Sexton hakkında şöyle yazmaktadır:
“Sexton’ı, kendi içimizde ve patriyarkanın bizi maruz bıraktığı imgelerin içinde neye karşı kavga vermemiz gerektiğini bize yapıtlarıyla anlatan bir kız kardeş gibi düşünüyorum. Şiiri bir harabeler kılavuzudur ve biz bu kılavuzdan kadınların yaşadığı, bizimse artık yaşamayı reddetmemiz gereken şeyleri öğreniyoruz” (Taylan, 1994: 14).

Başarısızlık korkusu bu üç kadının da yazma sürecinde yaşadıkları hâkim duygudur. Woolf güncesinde sıklıkla bu korkuyu dile getirir. Plath gibi dâhi olduğuna inanan, şiir yaşamı her şeyi olmuş, kendisi olmuş biri için ve aynı zamanda herkes, her şey, birçok ve bütün yaşam olmaya çalışmış, kusursuzluk tutkunu bir şair için başarısızlık en büyük korku ve karşısında hayal gibi duran sürekli bir arkadaştır. Belki de Plath 1953’deki tinsel çöküntüsüne neden olan bu duyguyu üzerinden atamamıştır. ”Öylesine kendisi olmak istemiştir ki herkesten çok çarpıcı bir şekilde farklı olsun”( Eradam, 1997: 23).

Sylvia Plath ve Anne Sexton’ın yayımlanan mektuplarında ortak bir yan olarak gülümseyen yüzlerin fotoğrafları ve alttan alta giden zihinsel dengesizlik, denetimlerinde olması gereken ama olmayan bir anlam – kendilerinden, kusursuz örnekler olmayı bekledikleri anlamı- vardır. Bir güven ve itiraf imgesinin varlığına karşılık bir tür maske ve maskenin altında temelden bir özgüven eksikliği mevcuttur (Taylan, 1994:8).

Bu başarısızlık korkusu bu kadınları hem entelektüel rollerini hem de ev içi “kadınlık” rollerini gerçekleştirme sürecinde bir gerilime bir çeşit rol çatışmasına götürmektedir. Yaptıklarından hiçbir zaman hoşnut olmayan Sexton’un acısını Pulitzer ödülü bile dindiremez, sürekli kendini eleştirir ve didikler. Plath ise güncesinde kendisine nefretini şöyle anlatır: “Benimle yaşamak korkunç olmalı. Yetersizlik, küçümsemeye varacak ölçüde hasta ediyor beni, tiksindiriyor, şansı dönmüş bir hırsız kesiliyorum –yetişkinler dünyası tarafından itiliyorum, hiçbir şeyin bir parçası değilim –Ted’in dışsal mesleğinin bile – belki içsel mesleğinin, yazıldığında -kendi mesleğimin bir parçası, dostların yaşamının bir parçası, anneliğin bir parçası da değilim- kendi gerçekliğimi doğrulamak için kendimin ve odamın dışarıdan görünüşünü özlüyorum.” (Plath,1998:314).

Woolf yazım alanındaki kadına ilişkin yaygın ikincillik beklentisine sıklıkla atıfta bulunur. Örneğin on dokuzuncu yüzyıl kadın yazarlarının kendi adları yerine erkek adları ile yazmalarını bekâret anlayışının devamlılığı olarak, ünlerinin duyurulmamasına ilişkin gizli bir istek ile bağlantılı bir örtünme anlayışı olarak vurgulamaktadır.

Woolf sanat alanında dışarıda bırakılan, izole edilen kadını sıklıkla vurgulamıştır en çok da bir çeşit kadınları bilinçlendirme manifestosu olarak tanımlanabilecek olan “Kendine Ait Bir Oda”da: “Her şeyden önce, on dokuzuncu yüzyıl başlarına değin, bir kadının annesi ve babası olağanüstü zengin ya da çok soylu olmadıkça, sessiz ya da ses geçirmeyen bir odası olması bir yana, yalnızca kendisine ait bir odaya sahip olması bile olanaksızdı. Dünya erkeğe dediği gibi kadına da istersen yaz, beni hiç ilgilendirmiyor demiyordu. Dünya kaba bir kahkahayla, yazmak mı diyordu. Yazmak senin neyine? Her zaman karşısında başkaldırılacak, üstesinden gelinecek, bunu yapamazsın, onu beceremezsin diyen o iddia vardı.” (Woolf, 2008 :59-60-61)

“Oyun hiç kuşkusuz çok garip diye düşündüm. Erkeklerin kadınların kurtuluşu hareketine karşı koymalarının tarihi, belki de bu kurtuluş hareketinin öyküsünden daha ilginç” (Woolf, 2008 :63).

Woolf kadının bu ikincilliğine, Mrs. Dalloway isimli romanında mektup yazma görevinin bile erkeklerden beklendiğini aktardığı noktada da atıfta bulunmaktadır. Virginia Woolf popüler romanlarından biri sayılabilecek Deniz Feneri’nde de kadının sanat alanındaki ikincilliğine atıfta bulunmuştur. Deniz Feneri’nde sıklıkla ve azda olsa Mrs. Dalloway’de vurguladığı bir başka konu vardır ki, kadının var olabilme biçimlerinin keskinliği. Kadın sanatçı ise anne ve eş değildir. Anne ve eş ise sanatçı değildir. Kadının yaşamında yapısal bir ikilem ve bir çeşit bölünmüşlük söz konusudur. Şüphesiz bu durum da doğduğu andan itibaren anne ve eş olmak üzere sosyalize olan kadını sanata ait uğraşılarından uzak tutar.

Slyvia ise dişil yaşamdaki parçalanmışlığın aksine eril yaşamdaki bütünselliği şu sözleri ile dile getirmektedir: “Bir kadının bir tek temiz yaşantısı olması gerektiği, oysa bir erkeğin biri temiz, öteki temiz olmayan iki tane yaşantısı olabileceği düşüncesi çileden çıkartıyordu beni. Kadınlığın bilincine daha çok vardıkça bir ozan aydınla bir eş ve annenin yaşam biçimleri arasındaki çelişki, kafasını uğraştıran temel bir sorun haline geliyordu. “Yaşamımın büyük bir bölümünü sanki bir sırça fanusun içindeki yoğunluğu azaltılmış havada geçirişim oldukça şaşırtıcı,” (Plath 2007: 81, 237).

Çağımızdaki kadın şairlerin en gözde temasının saygı görmemekten şikâyet ile saygı görme, hayal etme ve yaratma özgürlüğüne kavuşmak için seslenişler olduğu vurgulanabilir. Plath’in “Aday” adlı şiirini anımsayalım. Orada bahsettiği “şey” ister iş arayışı olsun ister evlenme arzusu, elleri sadece “çay fincanları” getirmeye yarar, “kafası boştur”, “Dikiş dikebilir, yemek yapabilir, Konuşabilir, konuşabilir, konuşabilir…” (Marmara 2006:36-37).

Plath bir yandan kadın olmanın onu saran duvarlarından nefret eder: “Kadın doğmak benim korkuç tragedyam. Dölyatağına düştüğüm andan başlayarak, penisle erbezi torbası yerine göğüslerle yumurtalar büyütmeye; tüm eylem, düşünce ve duygu çemberimin katı bir biçimde kaçınılmaz dişiliğimle kuşatılmasına yazgılıydım. Evet içimi yakan bar müdavimlerine karışmak, bir sahnenin bir parçası olmak isteği her şey benim bir kız, her zaman saldırıya uğrama tehlikesi içinde bir dişi olmam olgusuyla mahvolmuş Tanrım, ben herkesle olabildiğince derinden konuşmak istiyorum. Açıklıkta uyuyabilmek, batıya yolculuk etmek, geceleri serbestçe yürüyebilmek istiyorum” (Plath,1998:48). Diğer yandan kadınlık rolünün kaçınılmaz bir şekilde benliğinin bir parçası olmasına izin verir: “Bir biçimde aileme ve topluma (toplumu Allah kahretsin) belli saçma ve geleneksel alışkanlıklara bir biçimde uymak zorunda olduğum sonucuna vardım –kendi güvenliğim için, diyorlar. Bu nedenle yaşamın büyük bölümünü karşı cinsten birine bağlamalıyım.... Bu bir zorunluluk” ( Plath,1998:56). Plath’ın yaşadığı bu en büyük ikilem kadın özgürlügünü desteklerken, gerek yapıtlarında gerekse yaşamın büyük bir kısmında erkeklere özel bir yer ayırmış olmasıdır (Eradam, 1997: 61).

Anne Sexton, şiirlerini açıkça kadınsı bir bakış açısıyla yazmıştır ve gerek duygularında, gerekse mesleğinde, cinsiyetinin acılı bir bicimde farkındadır. Her şeyden önce, kadınlığının mesleğine getirdiği sınırlamaların ayırdındadır. Riskleri göze alır ve kadın olmanın dehşetlerini tüm açıklığı ve somutluğuyla dile getirir. Plath’in aksine daha doğrudan bir dil kullanan ve simgelere çok fazla yer vermeyen Sexton kadınlık sırlarını cesurca ortaya koymaktadır (Taylan, 1994: 6).

Woolf “Kendine Ait Bir Oda” çalışmasında kadınlığa ve yazarlığa ilişkin birtakım önerilerde bulunur: “Yaratma sanatı gerçekleştirilmeden önce akılda, kadın ve erkek arasında bir işbirliği oluşmalıdır. Karşıtların birliği gerçekleştirilmelidir. Yazarın deneyimini eksiksiz aktardığını hissetmemiz için akıl, her şeyiyle apaçık ortaya serilmelidir. Özgürlük ve barış olmalıdır (Woolf, 2008 :116-117).Para kazanıp kendinize ait bir oda bulmanızı söylediğimde sizlerden gerçeklikle iç içe yaşamanızı talep etmiş oluyorum, aslında canlı bir yaşam da bunu gerektirir, bunu aktarıp aktarmamak ikincil bir konudur” (Woolf, 2008 :123).

Woolf’un aksine Plath ve Sexton’un kadınların ikincillikten kurtuluşu için bir çözüm önerileri yoktur. Özgürleşme dersi için Plath’a ve Sexton’a başvuran okuyucuyu çeken şey, öfke, bağımsızlık ve güven imgesidir, özellikle öfke çünkü bu iki kadın şairin en önemli ortak özelliği budur: olumlu bir çıkışı olmayan kişisel, yakıcı bir öfke. Her iki şair de öfkeyi açıklıkla yalnızca her tür çözüm olanağını yadsıyan bir biçimde dile getirmişlerdir (Taylan, 1994: 10).

Anne Baba İmgeleri
Woolf, Plath ve Sexton sıklıkla anne, baba imgelemi üzerinde durmaktadırlar. Bu imgelemin ardında da anne ve baba simgeleri ile yaşamış oldukları gerçek yaşam deneyimleri yer almaktadır.

Babasının ölümü Sylvia’da şok etkisi yapmış, bütün yaşamını ve yapıtlarını yönlendirmiştir. Babasının ölümü onun çok mutlu çocuklugunun olduğu kadar, bütünlüğünün de sona ermesidir (Eradam, 1997:16). Babasız geçen çocukluğunda annesinin aşırı disiplini yüzünden kendini daima başarılı olmaya zorlayan Plath, ondan korkar ve hatta nefret eder: “Ben baba sevgisi nedir bilmedim, sekiz yaşından sonra kan bağıyla bağlı olduğum erkeğin hiç eksilmeyen sevgisini tatmadım, yaşam boyu beni hep sevecek tek erkeğin: bir sabah annem.. gözlerinde yaşlarla içeri girip bana onun hiç dönmemecesine gittiğini söyledi: Bu yüzden ondan nefret ediyorum” (Plath,1998: 332.)

Buna rağmen Plath ile annesinin olağanüstü yakın bir ilişkisi vardı. Amelia Plath’ın kaydettiği gibi, Sylvia sık sık kendi yaşamını annesininkiyle birleştiriyordu. İçinde ayrı bir kişi, bir birey olmayı duyumsamanın her zaman kolay olmayabileceği bir ortak yaşamları, çok karmaşık, derinden dayanışmalı bir ilişkileri vardı. Bir sanatçı olarak –korku ve boşluk cinlerinin ötesine geçmek, gerçek bir ben’i duyumsamak, kendi gücüne ulaşmak için- giriştiği ardsız aralıksız savaşım, ortak yaşamdan çıkmayı gerektirmekteydi (Plath,1998:329-330).

Şiirlerinde sık sık baba figürünü kulllanan Plath için baba kendi yarattığı umacılardan biridir, üzerindeki baskı oynamak zorunda bırakıldığı roller, istenci dışında gelişen ve sürüklemek zorunda olduğu bir yaşam, kısacası makrokozmik bir karabasan resminin beden bulmuş halidir; içinde çok şey, çok yan anlam barındıran bir imgedir, bir cisimdir, Plath’in gerçek ben’ini kutulayan ötekinin şiirsel olarak kendini ifade aracıdır (Eradam, 1997:67). “Babacığım” şiiri hakkında Plath şiirdeki anlatıcıya dair şunları söylemiştir: “O korkunç, küçük alegoriden kurtulabilmek için onu bir kez baştan sona yaşaması gerekir” (Marmara, 2006:61).

Sexton için de annesi yazarlık yeteneklerinin çok sonra ortaya çıkmasına neden olan baskı unsurlarından biridir. Üniversite yıllarında şiirle ilgilenmeye başlayan Sexton annesinin engellemesiyle karşılaşmış ve çok uzun bir süre sonra yeniden şiire dönmüştür. Hem Plath hem de Woolf eserlerinde babalarıyla yüzleşmişlerdir. Tüm yaşamı boyunca Sexton’a kötü muamele ettiklerini ima ettiği ana ve babasına ilişkin şiiri, babanın görünüşte bağışlanmasıyla bitmektedir:

İster iyi olun ister olmayın, sizden çok yaşarım,
tuhaf yüzümü sizinkine eğer sizi bağışlarım (Taylan, 1994: 9).

Woolf ‘un yapıtlarında ise hakim bir baba figürü yer almaktadır. Woolf babasının ölümünü kendi başarısı için bir artı olarak görmektedir. En azından bir erkek, babası bile olsa başarısı kendisininkini gölgede bırakmamıştır:


"Babamın doğum günü 96 yaşında olacaktı, 96, evet bugün; olabilirdi de 96, birçok tanıdık gibi ama Allah’tan olmadı. Onun hayatı benimkini tamamen söndürürdü. Neler olurdu acaba? Yazı olmazdı, kitaplar olmazdı; düşünemiyorum bile" (Woolf, 2008:171).

Birer Kavram Olarak İntihar ve Ölüm
Virginia Woolf’a göre intihar, Mrs. Dalloway’e söylettiği gibi bir iletişim yolu, yaşama direnme şekli ve kucaklaşmadır. Mrs. Dalloway ve intihar eden Septimus Woolf’un iki ayrı kimliğini anlatmaktadır adeta. Romanlarında saatler ölümü imler çoğunlukla. Çoğu zaman hayatla ölüm arasına bir noktada yaşadığını vurgulayan Virginia Woolf’un pek çok çalışmasında ölüm teması yakalanabilir. Genellikle yapıtlarını yaratırken yaşadığı psikolojik gerilimleri aktardığı güncesinde de sıklıkla ölüm temasına atıfta bulunmaktadır. Woolf için ölüm yaşamın bir içerimidir adeta. Kimi zaman kitaplarında ele almakta, kimi zaman eşiyle derin bir sohbet konusu yapmaktadır ölümü. Woolf içindeki bitmek bilmeyen intihar etme arzusuna da ancak okuyabildiği ve yazabildiği sürece karşı koyabilir. Woolf, dostlarının ölümlerinden çok etkilenmekte ve bu süreçte zaman zaman ben niye burada kaldım diye sorsa da, ölümü kabul etmeyi öğrenmektedir. Woolf’un romanlarında ölüm teması aşağıda olduğu gibi kendi çarpıcı düşüncelerini aktarma aracına dönüşmektedir. “Dünyada ne mantık, ne düzen, ne de adalet vardır; acıdan, ölümden, yoksulluktan başka bir şey yoktur. Dünyanın yapamayacağı hiçbir kötülük yoktu; bunu biliyordu. Hiçbir mutluluk sürekli olmazdı; bunu biliyordu” (Woolf, 2008:85).

Plath’e göre, intihar kendini ifade ediş biçimi ve dolayısıyla anneden ayrılma sürecinin başlangıcıdır. Aynı zamanda, intihar kendi kimlik sınırlarının tanımlanması ve en derin korkularıyla yüzleşmesi için kendi benlik değerinin farkına varışıdır. Bu farkına varış sonuçta erkek egemen toplumun değerlerinden (sadece ona bu değerleri aşılayan annesinin olumsuz etkilerinden değil) de kopmayı gerektirmektedir (Özen, 2008:43). Plath için ölüm özgürlüktür; yalnızca bu dünyanın kararması değil, insanın kendi gidişiyle herkesin son bulacağı, hatta zamanın duracağı inancıdır. Ölümün karanlığı Slyvia’da sapkınca bir lezzet bırakır; cinsel, duygusal, biçemsel. Nilgün Marmara’nın da vurguladığı gibi “Plath’ın varoluşunda ölüm gizemli bir takınaktır”( Eradam, 1997:70).

Sexton’a göre şiirin tersi olan intihar bir mastürbasyon biçimidir. Ölüm, tüm yaşamında hep yanıbaşındadır:

“Ölümün yüzüne bakmaktansa
  ölmeyi seçmeye
  ileri derecede özlem duymaz mıyım? ”

Eninde sonunda kavuşmayı düşündüğü bir yaşam amacıdır, hayal kurar nasıl öleceğine dair:

“Şehir sessiz, kaynıyor gece onbir yıldızla
Ah! yıldızlı yıldızlı gece!
Ben böyle ölmek istiyorum ”

Sexton’un, Plath’ın intiharının ardından yazdığı şiirde, Plath’le ölümden nasıl hayatın bir vazgeçilmezi olarak bahsettiklerini ve bu hep ulaşmak istediği sonu Plath’in gerçekleştirmesinden dolayı duyduğu sitem görülebilir.

“Hırsız!
Nasıl bir başına
Çekip gidebildin,
Ne zamandır fena halde arzuladığım ölüme,
Doğal sonumuz olduğuna inandığımız,
Sıska göğüslerimizde taşıdığımız,
Ne zaman oturup dry martini içsek Boston'da,
Sözünü etmeden duramadığımız ölüme...”

Bu kadınların intiharlarında, hem bir realite hem de bir simge olarak erkeklerin bombalarıyla hâkim oldukları dünyadaki derin başarısızlık algılarının yarattığı benlik krizlerine ilişkin varoluş problemleri gözlemlenebilir. Bu varoluş krizini aşabilmek için eserlerinde ölüm imgesini kullanmışlardır. Ataerkil toplumun yaşam alanlarından izole ederek bir gettoya çevirdiği ölümü evcilleştirmişler ve dışlanan kadın gibi dışlanan ölümü de yapıtlarının ve yaşamlarının içine birer başkahraman olarak almışlardır.

Savaş ve İntihar
Bu üç kadın da İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı acılarına tanıklık etmişlerdir. Bu tanıklık süreci onları intihara sürükleyen taşları keskinleştirmiştir. Virginia Woolf’un feminizminin bir nedeni de, The Three Guineas’te belirttiği gibi, savaşları kadınların değil, erkeklerin yaptığı düşüncesidir: Savaş, bir erkek uğraşıdır; erkeklerin kafa yapısının bir ürünüdür; erkeklerin mesleğidir. Erkekler, kadınları kültürel yaşamdan, toplumsal yaşamdan dışlayarak, kendi egemenliklerini kurmuşlardır. Onların iktidarı tekellerine almaları, önce faşizme, sonra da faşizmin doğal sonucu olan savaşa meydan getirmiştir. A Room of One’s Own’da (Kendine Ait Bir Oda) kadınların –ister İngiliz, ister Fransız, ister Alman olsunlar-bombaların ışığında, onları yöneten erkeklerin yüzlerindeki çirkinliği ve aptallığı görünce şok geçirdiklerini söyler (Urgan, 2004:44).

Sexton ve Plath’in yaşadıkları dönem göz önünde tutulduğunda insanoğlunun tarih boyunca nesneleştirilme süreci, bu yüzyılın ortalarında doruğa ulaşmıştır. İki dünya savaşı, faşizm deneyimleri, toplama kampları, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları bu ortamın unsurlarıdır ( Marmara,2006 :9).

”Babacığım”, “40 Derece Ateş”, ve “Leydi Lazarus”; Plath’ın içsel özel dünyasının zenginliğiyle toplumsal olayları, toplama kamplarını, Hiroşima’nın bombalanışını son derece kendine özgü bir kişisel atmosferde, kendi acısıyla birleştirmesini yansıtırlar. Erkekleri; babası, kocası, faşist ordulara benzerler ve ne yazık ki:

”Her kadın bir faşiste tapar,
Suratına inen çizmeye, senin gibi
Bir hayvanın hayvanca, hayvanca kalbine” (Babacığım aktaran Marmara,2006: 61)

Plath, bu şiirinde babası ile özdeşleştirdiği ataerkil düzene baş kaldırırken babasını vampirlerlerle, nazilerle özdeşleştirmiş, kazığı da kalbine saplamıştır. “Pekâlâ Yahudi de olabilirim,” derken mazlum ile, kıyıma uğrayan ile özdeşleşebilecek kadar, kendi bireysel kıyılmışlığını Nazilerin soykırımı ile bir tutacak kadar da yürekli idi. İnsanın insana yaptıklarına kayıtsız kalamayışını bugün bile içimizi ürperten, yüreklere korku ve dehşet saçan şiir estetiği ile göstermiştir. Plath, savaş sonrası yıkık hassas beyinlerdendir. Çünkü bütün sanatçılar gibi o da sanatçı sorumluluğunun kıyılandan yana olmakta yattığını biliyordu. (Eradam, 2004:76)

İntihar Süreci
Woolf’u ölüme sürükleyen, yalnız savaştan kaynaklanan ruhsal sıkıntı değil, yazar olarak yaratıcı gücünü yitirdiği kaygısıdır. Londra bombalanırken, “Bu gece kim ölecek?” diye sorar kendi kendine. Arkasından da, “İnsan artık yazamıyorsa, canına kıyması daha iyi olur” diye ekler. Korkunç bir ruhsal gerilim içinde bitirdiği son kitabı Between the Acts’ı “tümüyle değersiz” sanır. Yalnız artık yazamadığı değil, bundan önce yazdıklarını da kimsenin okumadığı kuruntusuna kapılır. “Dinleyen yok. Yankı yok. İnsanın ölümünün bir parçasıdır bu” der. Bir savaş içinde yaşamanın felaketi, artık yazamamak kaygısı, her an delirmek korkusuyla birleşince, denizi büyük bir tutkuyla seven, ama denize girmediği için yüzmesini bilmeyen Virginia Woolf, ceplerini taşlarla doldurup, kendini Ouse ırmağına atar.. Elli dokuz yaşındadır o sırada (Urgan, 2004:46).

Virginia Woolf, canına kıymadan önce, ablası Vanessa’ya ve eşi Leonard Woolf’a birer mektup yazmıştır. Eşine mektubunda şöyle der:“Gene delireceğim eminim. O korkunç günleri yeniden yaşamaya katlanamayacağımı hissediyorum. Bu kez iyileşemeyeceğim üstelik… Sesler duymaya başlıyorum… Bu yüzden de yapabileceğim en doğru şeyi yapıyorum. Sen, mutlulukların en büyüğünü verdin bana… Bundan böyle savaşamam… Senin yaşamını bozduğumu biliyorum… Kendi yaşamımın bütün mutluluğunu sana borçluyum… Beni herhangi bir kişi kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Senin iyiliğine güvenimden başka her şeyimi yitirdim… Artık senin yaşamını bozamam. Hiç kimse bizim ikimizden daha mutlu olmamıştır” (Urgan, 2004:47).


Hayatında hiçbir şey Plath’in yazma tutkusunun, şiirle varolma savaşımının önüne geçememiştir. Bunalımının temel nedeni de buydu. “Kadından şair olmaz” diyenlere, “Kadın olmasına karşın...” deme ahmaklığını gösterenlere toslamıştı hep; bulunduğu ortamlarda önce sevgilisi, sonra kocası ve şiir alanında da kendisinden hep bir adım önde olan Ted Hughes ile aşık atmak zorunluluğu içindeydi ve aynı zamanda da güzel kadın, anne, sevgili gibi kadına biçilen birçok rolleri giyinmek zorundaydı, ama tüm bunların ötesinde, şair olduğunun herkesçe tanınması savaşımını da verdi. Bu savaşımı verirken de parçalanarak çoğaldı ( Eradam, 2004: 76). Ölüm Sisyphus’un kayasıdır. Onun mahvoluşu, cezalandırılışı, onu yaşadığı için acı çekmeye zorlayan absürd bir eyleme dönüşür. Plath’ın kayası muazzam hayal gücünün yanısıra mutfağıdır, anne ve eş olmanın sorumluluklarıdır. Ama ona kendi ölümünü dayatan odadan çıkıp kapıyı kapar ( Marmara,2006: 29)

Anne Sexton Erica Jong’un deyimiyle derisi olmayan bir kadın gibi görünürdü. Her şeyi o kadar derinden hissederdi ki, acıyı filtreleyebilecek çok az kapasitesi vardı, günlük hayatın basit olayları bile çoğu zaman ona dayanılmaz gelirdi ancak paradoks olarak bu derisizlik hali bir insanı şair yapabilirdi. Bir insan dil yeteneğine de sahip olmalıdır tabii ama bu büyük yetenek bir lanetle birleşmezse işe yaramaz: bu lanet keskin gözlere sahip olmaktır, o gözler o kadar keskindir ki çoğu kez kapanmak ister. Hiçbir şey onun gözünden kaçmazdı, o herşeyi görürdü. Dünyada görülecek şeylerin çoğu acı verici olduğundan, Anne de genelde acı içinde yaşardı, acı ile arasındaki perde ise şiirleriydi. The Death Notebooks’un önsözünde Hemingway’ın şöyle bir sözü var:”....ölümünden bir hayat çıkarabilirsin. Sexton ölümünün bütün öyküsünü şiire aktarmadan ölemezdi bu onun yaşamıydı ve o bunu mümkün olduğu kadar uzun tuttu (Jong, 1974: 1).

Aynı şekilde Plath’in de narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir. Plath’ın varoluşu, zalimliği doğal olarak kendisini yabancılaşmaya itecek olan şikayetçi zihni tarafından beslenen yalnızlık peçesiyle örtülür. Istırap içinde yaşar ve kaçamak kederini kavramayı başarır (Marmara,2006:23).

Gerek Plath’ın intiharının gerekse Sexton’ınkinin, özellikle feministler tarafından, yaşamlarında olumlu bir güç olarak feminizmin bulunmayışının sonucu gibi görülmüş olması ilginçtir. Bu doğru olabilirse de, intihar ediminin, geleceği olduğu kadar geçmişi de içeren tarihsel bağla yerleştirilmesi zorunludur. Sexton ve Plath daha önce yaşamış olsalardı, geleneksel rollere bağlanacaklarından, yaşamlarının gerginliğini intiharı zorunlu bir almaşık kılacak ölçüde artıran o bağımsızlığa girişmemiş olacaklardı. “İntiharları, en azından belli ölçülerde, bu şairlerde yirminci yüz yıl kadın şairler tarihi içinde geçiş niteliği taşıyan konumları bağlamına yerleştirmek gerekiyor.

Kadın olmak pek çok meslek alanında dışlanmışlığa, ikincilliğe, başarısızlığa atıfları içeren zorlukları barındırır. Fakat yazarlık gibi insanın bütün varoluşuyla içinde yer alması gereken bir sanat alanında kadın olmak daha da zordur. Bu zorluk öncelikle kadınların ev içi rolleri ile yazarlık rolleri arasındaki çelişkileri barındırsa da bununla sınırlı kalmaz. Yazarlık yazımların metalaştığı yayınevlerinin patronları olan erkeklerin, ev içi rollerinden kolayca sıyrılabilen erkek yazarlarla pazarlığının mevcut hâkimiyetinin dünyasıdır. Yazım dünyasındaki ödülleri erkekler verir ve sonuç olarak da erkekler alır. Bu dünyada en verimli ve yaratıcı çalışmaları üreten bir kadın yazarın bile başarılı olma şansı azdır. Bu başarısızlık da kadının zaten doğduğu andan itibaren içerisinde barındırdığı ikincillik duygusunu kuvvetlendirir. Bu ikincillik ve başarısızlık duygusunun yanında kadının bedenine hâkim olabilme arzusu da yer almaktadır. Yaratıcı kadının bedenine hâkim olma arzusu tüm bu olumsuz duygular ve çelişkilerle birleşince, onu intihara sürükleyebilir. Bu çalışmada aktarılan üç kadın yazarın da intihara giden yaşam süreçlerinde benzer düğümler gözlenmektedir. Şüphesiz Plath, Woolf ve Sexton’ın intihar süreçlerini o günkü toplumsal yaşamdan, kendilerinin anne, baba ve eş gibi yakın referans kişiler ile ilişkilerinden bağımsız bir biçimde çözümlemeye çalışmak pek mümkün gözükmemektedir.

Son olarak, ölüm cinsiyet ayırmaz ama kadın için daha fazlasıyla bir varoluş, bir hâkimiyet sorunudur. Bu noktada belki de kadın intihar ederken, hayatı boyunca kullanamadığı gücünü kullanarak sonsuza kadar akıllarda kalmakta ve erkeklerden ve ataerkil toplumun tüm mensuplarından öç almaktadır.

Kendisi de intihar ederek yaşamını sonlandırmış olan Nilgün Marmara’nın Plath için yazdığı şu satırlar bize göre diğer iki kadın için de geçerlidir: “Plath sıkıcı bir hayat sürse belki yaşam sürecini uzatabilirdi, ama bunu yapamadı çünkü hayatının kapısını şiirinki gibi kapamayı yeğledi, hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir kesinlikle” (Marmara, 2006: 46).


*Bu yazı Emily ile birlikte yazılmıştır.

 
Kaynakça

Eradam, Y. (1997) Benden Sonra Tufan,İmge Kitabevi, Ankara
Eradam, Y. (Ağustos 2004 ) Milliyet Sanat Dergisi, “Susma Cesareti”, ss. 76-81
Jong, E. (Ekim 1974) ”Remembering Anne Sexton”
Kale, S. (Mart 2006) Milliyet Kitap Dergisi, “Akıl kaçıyor çünkü bir yere gidiyor”
Marmara, N. (2006) Sylvia Plath’in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi, Everest Yayınları, İstanbul
Özen, Ö. (Ağustos 2008) Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, ”Plath’ın Sırça Fanus’unda İntihar Olgusu ve Ayrılıkçı Benlik”
Plath S. (1998) Sylvia Plath’in Günceleri,Çev.Şadan Karadeniz, Oğlak Yayıncılık, İstanbul
Plath, S. (2007) Sırça Fanus,Çev.Handan Saraç, Can Yayınları, İstanbul
Taylan, C. (Ocak-Nisan 1994 ) ”Kadınların Yazdığı Şiir: Evrim Halindeki Estetik”, Sonbahar Kadın şairler Altarı, çev.Necmiye Alpay
Woolf, V. (2008) Kendine Ait Bir Oda, İletişim Yayıncılık, İstanbul
Woolf, V. (2008) Bir Yazarın Güncesi, İletişim Yayıncılık, İstanbul
Woolf, V. (2008) Deniz Feneri, İletişim Yayıncılık, İstanbul
Urgan, M. (2004) Virginia Woolf İnceleme, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul

3 yorum:

Adsız dedi ki...

çok başarılı ve sürükleyici bir yazı

Adsız dedi ki...

Cok akici ve bilgilendirici. Tesekkurler.

Adsız dedi ki...

çok açıklayıcı ve çok yardımcı oldu.Çok teşekkür...