5 Temmuz 2010 Pazartesi

Festival Günlüğü - 2. Gün (Cumartesi)

Sabah 10 gibi feci bir boyun ağrısıyla kalktım, yine de epey dinlenmiş hissediyordum kendimi. "1,5-2 gibi Taksim Sütiş'de buluşalım, kendimizi menemene banalım" dedik; ama kimse vaktinde toparlanıp çıkamadığı için olmadı. Onun yerine Dragonsel ve Thor ile 2,5 gibi Bambi'de buluştuk. Neredeyse 2 yıldır falan kaşarlı dürüm döner yemiyorum. Neden acaba? Böyle bir lezzetten neden esirger insan kendini? :)

Bugün ilk grup Murder King. Dorock'ta kendilerini yeterince canlı izledik; ama yine de festival sahnesindeki performanslarını merak ediyordum. Saat 3 gibi Bambi'den çıkarken "Yaa, daha yarım saat var, gidip Dorock'ta birer bira içelim, yetişiriz" diip, dümeni yine oraya kırdık.  Vi de buraya geldi; ancak oturunca yarım saatte kalkmak ne mümkün? En sonunda masayı falan devirip, kültablasını yuvarlayıp büyük bir gürültü ile kalkmayı başardığımızda saat 4 olmuştu. Ama suç tamamen masanın ayağının yamuk olmasındaydı :) Ortalığı mahvetmiş, kırıp dökmüş olmamıza rağmen oradaki Kıbrıs'lı görevli abi ters ters bakıp söyleneceğine "Ne önemi var, size bir şey olmadı, di mi?" diyerek gönüllerimizi fethetti. En sonunda stada inmeyi başardığımızda da girişte biraz arıza çıktı. Bir önceki gün çantamızdaki yarım suları falan ellememişlerdi. Biz de "Su getirebiliyor muyuz?" diye sormuştuk ve olumlu yanıt almıştık. Ama bugün kapıda sulara el koymaya kalktılar. Hem de çantamı ararken "Bunu almak zorundayım" falan bile demeden hop diye çekip aldılar suyumu. Önce şirin şirin "Ama dün sormuştuk, hem yarım şişe su, ne var ki bunda?" falan dedik. Ama kapıdaki görevli çocuk gıcık gıcık cevap verince anında arızaya bağlayıp şişemi geri aldım elinden, "Zaten bir dolu para ödedik, 3 kuruşumuza da mı göz diktiniz?" diip suyu kafama diktim. Boş şişeyi kenara atarken de "Siz kimsiniz ki benim malıma el koyuyorsunuz" dedim. Güvenlikçi amca bi şii diyecek gibi oldu; ama vazgeçti. Tamam, içeride su da, bira da süper pahalı değil; ama ne olmuş yani yanımda yarım litre su varsa? Organizasyon batıyor mu ne oluyor? Zaten gün boyu litrelerce sıvı tüketme zorunluluğu duyup dünya parayı döküyorsun. Ha, konu açılmışken aklıma geldi: O tuvaletlerin hali neydi öyle allahaşkına? Kadınlar tuvaleti yüzyıllardır temizlenmemiş gibiydi. Belki maçlar için umursamıyorsunuz; ama bari konser için bi temizleyin di mi? VIP diye bilet keserken iyiydi. Yok ama bu ülkede umumi tuvaletler pis olmak zorunda, öyle bir kural var. Ay neyse, şimdi sesimin sinirli çıktığına bakmayın, orada da içeri girer girmez mutluluk seviyem yükseldi ve herşeyi unuttum. Tabii ki Murder King'i kaçırmışız. Volbeat için sahne hazırlıkları devam ediyordu. Etrafımızda dünden tanıdık yüzler vardı. Birden aile gibi hissettim oradaki insanlarla.

Volbeat konusunda pek yorum yapamiicam. Sempatik bir gruptu sadece. Sonrasında Hayko Cepkin sahne aldı. Ben "Acaba nasıl bir acaiplik yapacak?" diye düşünürken oldukça sade bir şekilde çıktı sahneye: Kamuflaj pantalonu, askeri bot ve Dio t-shirtü. O da Dio'ya selamını böyle çaktı. Hayko'nun performansı iyiydi; ama bütün şarkılarını brutal söyledi. Clean söylese daha memnun olurdum. Bir Yalnız Kalsın'ı, bir de Fırtınam'ı istiyordum; ama sadece Yalnız Kalsın'ı söyledi. Galiba bir ara öndeki tipler yuhaladı mı ne oldu, "Arkadaşlar biz de Manowar'ı bekliyoruz; ama bize verilen sürede çalmak zorundayız" dedi. Seyircinin eşekliği, Hayko'nun insanlığıdır bence bu tavır.

Gömdün sandın gittiğinde
Bir demet çiçeğim bile yok
Toprak kaldım gittiğinde
Filiz verdim de suyu yok

Yalnız kalsın dediğin diline
Bedduadır sesinin teline

Hayko sahneden indiğinde Manowar ile aramızda sadece yarım saat kalmıştı. Daha önce Yedikule Zindanları'nda vermiş ve çakan şimşekler eşliğinde seyirciyi mest etmiş oldukları konsere maalesef gidememiş biri olarak heyecanla bekliyordum kendilerini. Ortaokul yıllarımda Kings of Metal albümleri ile tanıdığım, her şarkılarında asla pes etmemek, ayağa kalkıp savaşmak gerektiğini söyleyen ve gençlik heyecanıyla o gazı da iyi yediğiniz bir grup Manowar.

Stand and fight
Live by your heart
Always one more try
I'm not afraid to die

Ölünecekse de savaşılarak ölünecek abicim!

If I should fall in battle
My brothers who stand by my side
Gather my horse and weapons
Tell my family how I died
Until then I will be strong
I will fight for all that is real
All who stand in my way
Will die by steel!

Manowar şarkıları işe yarar. Öyle bir kendine güven akar ki o şarkılardan, kimse önünüzde duramaz sanırsınız. Bizim çağımızın gençleri için de gayet gerekli bir dopingdir bu bence. Bir de söylemeden geçemeyeceğim, Truva savaşının öyküsünü ne tarih kitapları, ne öğretmenler.. en güzel Manowar anlatmıştır. Tam bir destan gibi, hakkını vererek. Büyük bir zevkle dinler ve evet, dinlerken öğrenirsiniz :)

Achilles'in zırhını giyip savaşa giren genç Patroclus, Hector tarafından Achilles niyetine öldürülür. O zamana kadar savaşla pek ilgilenmeyen Achilles bu olay üstüne intikam yemini eder:

Oh friend of mine, how to say goodbye
This was your time, but the armor you wore
Was mine
I will not rest until Hector's blood is spilled
His bones will all be broken
Dragged across the field
This, dear friend, is how we'll say goodbye
Until we met in the sky

Ve sonrasında muhteşem cenaze marşı girer..

Manowar'ın şarkıları karmaşık düzenlemeler içermez; ama insana bir ilahilik, kutsallık hissi verir. Yerinde kullanılan at, kızılderili, savaşçı sesleri, çığlıklar, vokalin bir sağdan, bir soldan gelmesi, Eric Abinin kahkahaları (ki Burning şarkısının sonundaki kahkahası dünya üzerindeki en seksi erkek gülüşüdür bana göre!) şarkıları etkileyici kılar. Bu anlamda The Truimph of Steel albümü zirvedir. Metalci olan olmayan herkesin dinlemesi gerekir bence. Valla.

Manowar sahneye Hayko'dan da sade bir şekilde çıktı. Birden, biz ne olduğunu anlamadan, ilk şarkı -Manowar- çalmaya başladı ve önce Joey de Maio ile öbür gitarist, sonra da Eric Adams koşarak çıktı sahneye. İlk anda ses düşüktü, bir kaç saniye sonra açıldı. Galiba sahne görevlileri de bizim gibi gafil avlandı :)

Manowar
Born to live forever more
The right to conquer every shore
Hold your ground and give no more!

Böyle bir mutluluk olamaz. Hissettiğim şeyi tarif edemem. Tüm ortaokul, lise ve üniversite yıllarım geçti gözlerimin önünden. Hepsine eşlik etmiş adamlarla hep bir ağızdan o şarkıları söylemek acaipti. Ya o Turgut Özal hareketi gibi hareketleri var ya, onu bile aptal bir mutluluk içerisinde yapıyorsun :) Babalar ilerlemiş yaşlarına ve saçlarındaki boyalara rağmen, acaip fit ve enerjikler. Eric Adams'ın sesi ve çığlıkları hala inanılmaz. Ve o nasıl sempatik bir adam yahu!



Brothers of Metal Part I, Warriors of The World, Kings of Metal, Hands of Doom, House of Death çaldılar, bu sırayla olmasa da.  Sonra Joey de Maio aldı eline mikrofonu ve hepimizin şaşkın bakışları arasında "Sizi çok sevdiğim için biraz Türkçe konuşacağım" dedi. Biz bir iki kelime söyler bırakır diye düşünürken adam resmen kompozisyon yazdı. "Bu festivale 4 büyük grup gelmiş diyorlar... Si.tir ordan!" dediğinde tüm stad koptu. Daha sonra yine Türkçe devam etti ve Ronnie James Dio'yu, metal tarihinin en güzel isimli adamını andı, "arkadaşım ve öğretmenimdi" diyerek. Ve tek dizi üstüne çökerek selam durdu. Festival boyunca en güzel saygı duruşunu da o yapmış oldu böylece. Üzerine grup üyeleri geldiler ve Heaven and Hell'i söylediler. Nur içinde yat Dio.

Hemen arkasından Hail and Kill girdi. Tüm stad birlikte söyledik tabii:

Brothers I am calling from the valley of the kings
With nothing to atone
A dark march lies ahead, together we will ride
Like thunder from the sky
May your sword stay wet like a young girl in her prime
Hold your hammers high

Ahhh.. Manowar headliner olmalıydı! Bütün bu şarkıları karanlıkta söylemeliydik ve konser 3 saat sürmeliydi!

Kapanış Black Wind Fire and Steel ile geldi.

Fire's in my soul
Steel is on my side

Şarkı biter bitmez Eric Abi eliyle sahneyi işaret ederek "İstanbul, we-will-return!" dedi ve hepimizi gözü yaşlı ortada bırakıp çekti gitti. Arkalarından bakakaldık. Hemen banttan "The Crown and The Ring" girdi, ufak bir teselli olarak. Sonuna kadar söyleyip, sonra da çaresiz gidip birer bira aldık.

Kardeşim ve Vi Manowar sonrası ayrıldı. Ama diğerlerimiz Accept'i de izlemek üzere kaldı. Ben sadece 2 şarkısını biliyormuşum; ama performanslarını izlerken keyif aldım. Yine de Manowar'ı geç bulup çabuk kaybetmenin hüznüyle izledim kendilerini :)

Çıkışta yine Dorock dedik; ama bu sefer kalabalık dünden de fazlaydı. "Boşverin Tezgah'a gidelim, sakin sakin oturur konuşuruz" dedik. Biri "Orası sokaktaki gürültüye daha fazla dayanamamış, taşınmış yahu" falan dedi, gidip yerinde kontrol etmeye karar verdik. Eskiden insanlar Ara Cafe'nin sokağına sadece Ara Cafe'ye gitmek için girerdi. Bizim gibi bir iki tip ise sokağın sonundan sola dönüp o karanlık ve tekin görünmeyen kısa sokağı aşar ve Tezgah'a girerdi. Götürdüğüm bir kaç arkadaşımın "Ne biçim yerler buralar, tezgahaltına gelmeyelim?" demişliği vardır :) Ama bu günler mazide kaldı maalesef. Sokak keşfedildi. Bir sürü gürültülü bar, club, cafe bişiiler açıldı. Tezgah'a ulaşmak için insanları yara yara ilerlemek gerekiyor artık.

Tezgah'a vardığımızda oranın da bir hayli kalabalık olduğunu gördük. Kapıda duran Nejat İşler'le bir ilgisi var mıydı bilmiyorum :) Biraz tenha olan içerisi bile festival sakinlerinin akın etmesiyle yarım saat içerisinde doldu. Saha içinde duran ve konser boyunca görüşemediğimiz arkadaşlar da gelince ortam bayaa bi şenlikli oldu. DJ bölümünde Çağlan Tekil yerine Punk Levent vardı. Galiba artık Nikki Wylde deniyor kendisine, pek emin değilim :) Bu insan da benim liseden beri bildiğim bir karakterdir. Böyle barlarda, konserlerde falan görülür. Motley Crue'dan Nikki Sixx'e benzetilir, kovboy çizmelerine, dövmelerine hasta olunur. Kendisiyle müzik zevkimiz o kadar benzeşiyor ki, bütün gece çaldıklarıyla mest oldum. Fakat bir kaç saat sonra çok yorgun hissetmeye başladım. Ertesi günü çıkaramamaktan korkup eve yollandım.

İkinci gün de böylece nihayete erdi.

Hiç yorum yok: