23 Haziran 2010 Çarşamba

Kalle Blomkvist



Ameliyat nedeniyle ayağımı uzatıp yatmakta olduğum sırada hayatımın tüm hareketsizliğini heyecanlı öyküsüyle The Girl with the Dragon Tattoo bozdu. Kitap ilk 50 sayfada beni kanırttı. Başladığım kitapları yarım bırakamam, sadece daha sonra tekrar denemek üzere ara veririm. Ama bu kitaba ara vermememin en önemli sebebi elimin altında filminin olmasıydı. Kitabı bitirmeden filmi izlememek konusunda verdiğim irade savaşından büyük zevk alıyorum :) Neyse, 50 sayfa sonra kitap bir daha hız kesmemek üzere açıldı. Son cümleyi de okur okumaz bir acele filmi açtım. Bu yazı da filmin beni uğrattığı hayalkırıklığı ile ilgilidir. 
Uyarlama filmlerde bazı karakterlerin ve olayların olmaması beni en çok rahatsız eden şeylerin başında geliyor. Tamam, bütçe ve süre kısıtı nedeniyle veya hikaye daha hızlı/heyecanlı aksın diye kitaptaki her şeye yer vermemelerini anlıyorum. Ama bazen bu karakterlerin ve olayların eksikliğinin ana hikayede yol açtığı boşlukları doldurmak için mevcut karakterleri öyle bir saçmalatıyorlar ki, karakter kendinden geçiyor, bambaşka bir insan oluyor. Ejderha Dövmeli Kız'da karşımıza çıkan durum sadece bu da değil. Bir kaç ufak ayrıntıya dikkat edilse karakterlerin ruhu çok daha iyi yansıtılabilirdi. 
Kahve mesela. Kahve! Film başladığı andan itibaren Blomkvist'in elinde kahve arıyor insanın gözü. Adam kitap boyunca bir tanker kahve tüketti. Sinirlendi kahve içti. Üzüldü kahve yaptı. Vakit geçirmesi gerekiyordu, bir kafeye girdi kahve söyledi. Lisbeth'e elinde kahve ile gitti. Evde üşüdü, gitti ocağa kahve koydu. O kahve içtikçe ben çay içtim. Bizim ailede de öyledir. Yemek yeriz, üstüne mutlaka çay içeriz. Biri evimize geleceğini söyler, çay koyarız. Dışarıdan yorgun argın eve geliriz, hemen çayın altını yakarız. Başkasının çayını beğenmeyiz, çaya doyamayız, eve gelir gelmez kendi çayımızı demleriz. Bizim evde nasıl demlik demlik çay tüketiliyorsa, Mikail Blomkvist de kupalar dolusu içti kahvesini. Ve fakat filmde bu basit; ama çarpıcı detayı göremedik.
Kitapta olup da filmde hayat bulamayan bir sürü karakter vardı: Blomkvist'in kızı, kafe sahibi Susanne, fotoğraftaki genç çiftten kadın olanın yeni kocası ve oğlu, papaz, papazın yardımcısı kadın, Otto, Anita Vagner.. Bazılarının olmaması ana karakterlerin kişiliklerinin de değişimine yol açmış tabii.. Özellikle Blomkvist'in kızı ve de Susanne.. Bazı karakterler ise filme "görüntü var, ruh yok" bölümünden katılmışlar, ki bunların ennn önemlisi tabii ki Erika Berger. Mikail'in Erika ile olan sıradışı ilişkisi nasıl es geçilebilir? Yıllarca hem yakın arkadaş, hem iş ortağı, hem de sevgili olagelmişler. Üstelik Erika evli, üstelik kocası bu ilişkiyi kabul etmiş! Ya bırakın bu detayları, filmde Erika'nın ismini Mikail'in ağzından bir kere bile duymadık. Bir kere bile "Ricky" demedi.
Kitaptaki Blomkvist daha hareketli ve daha akıllı bir insan. Baygın balık gözleri ile bakan bir tip değil. İşinin etik kurallarına bağlı. Henrik Vagner ile yaptığı anlaşmayı kimseye söylemedi, oldukça profesyonel davrandı. Martin’in evine kendisi gitti ve giderken de Martin’den şüpheleniyordu. Yanlışlıkla Harald’dan şüphelenip, evine sinsice girip, gerizekalı gibi yakalanmamıştı. Kadınlar konusunda ise rahat bir erkekti. Erika olayını zaten bir kenara koyuyorum, kasabaya gelir gelmez Susanne ile flört etti. Daha sonra Cecilia Vagner ile birlikte oldu, bir süre. Filmde ise sadece Lisbeth ile ilgilendi. Mümkünnn değil. Ormanda kendisine ateş edildiğinde patates gibi oradan oraya sürüklenmemiş, askerlikte öğrendiği kuralları uygulayıp akıllıca saldırgandan kurtulmuştu. Sigarayı bırakmaya çalışıyor; ama Lisbeth her içtiğinde o da paketine uzanıp bir tane yakmaktan kendini alıkoyamıyordu. Ve son olarak Mikhael oldukça düzenli bir insandı. Tam bir titiz, düzenli, ilkeli araştırmacı işte..
Gelelim Henrik'e.. Filmdekinin aksine Henrik son derece kibar bir yaşlı kurttu. Eski kulağı kesiklerden.. Mikhael'i resmen kandırdı, kendisine çalışması için. Hikayesini o kadar ilgi çekici anlattı ki, Mikhael öğlen treni ile dönmeyi planlarken geceyi orada geçirdi. Sonra da kendisi için 1 yıl çalışırsa süre sonunda Wönnerstorm hakkında çok önemli bilgiler vereceği sözüyle de son darbeyi vurdu. "Stockholm’de ne yapacan abi, gel burada takıl" diyerek değil. Mikhael ile Henrik'in tanışma sahnesindeki ayakta dikilme olayı neydi peki? Onu yemeğe davet eden, evinde yatılı misafir etmek isteyen nazik Henrik bir türlü oturmasını söylemedi. Ve Mikhael işi kabul ettikten sonra, Henrik'in tüm ısrarlarına rağmen, kendisi konuk evinde kalmak istedi. Filmdeki gibi Henrik o karda kışta Mikhael'i emrivaki ile oraya tıkmadı. Ve hazır konuk evinden bahsetmişken.. Nasıl verandası olmaz oranın yaa?!
Ve tabii ki Lisbeth. Lisbeth Salander bir cani değil. Kesinlikle. Sadece kendisine yapılan kötülüğe aynı kötülükle karşılık vermesi, intikam alması gerektiğine inanan ve buna göre yaşayan bir kız. İntikam, alınmalıdır... Mikhael Harriet’in hikayesini basın ahlakı nedeniyle yayımlaması gerektiği konusunda ısrar edince, bunun Martin’in yaptığı tecavüz ile aynı anlama geleceğini savunup onu ikna eden kişiydi. Tecavüz ve kadına karşı şiddet konusunda oldukça hassas olduğu belli. Wönnerstorm’u ele vermesinin temel sebebi de, adamın sekreterini hamile bırakıp sonra da çocuğu aldırması yönünde baskı yapmış olmasıdır. Ama bu hassasiyetinin nereden geldiğini ilk kitapta öğrenememiştik. Filmde ise babasını yaktığı bilgisini edindik. Bu kısmın film için de muamma olarak kalması gerekirdi bence.  Bu yazının ilk halini akşam karanlığı çökmüş bir odada, kitabı öğlen bitirip peşine de hemen filmi izledikten sonra yazmıştım ve tuşları görmekte zorluk çekmiştim. Bu durum Salander’in Applepower'ı tercih etme sebeplerinden birini aklıma getirmişti: Tuşlarında ışık olması ve karanlıkta da rahatlıkla yazılabilmesi :)
Başka? Blomkvist'in Kalle lakabını alış hikayesi ile Millenium'un düşük bütçeli ve az kadrolu bir dergi olmasına rağmen basın dünyasındaki önemi hakkında herhangi bir vurgu, ima göremedik. Ha, bir de kitapta özellikle manzaralar dikkat çekiyordu. Ofisin ve özellikle Berger’in ofisinin manzarası. Blomkvist’in şans eseri edinmiş olduğu Bellmangatan’daki dairesinin manzarası. Bu şehir manzaralarına sık sık dalıp gitmişti karakterler. Ama filmde, kitaptakinin aksine basık, camsız ofis ve evlerde izledik kendilerini.
Sonuç olarak; kitaptaki Blomkvist, yalnız yaşamayı güzel beceren (bol bol kahve, sandviç ve tabii ki de flört ile), ilkeleri olan sıkı bir araştırmacı, akıllı bir adamdı. Filmde gördüğümüz Blomkvist ise balık gözlü ve şefkatli bir patates idi.

Hiç yorum yok: