30 Haziran 2010 Çarşamba

Festival Günlüğü - 1. Gün (Cuma)


Tabii ki çalışıyorum. 2'den itibaren gruplar çıkmaya başlayacak; ama ben ilk 3 grubu (mecburen) kaçırıp 17.30'daki Pentagram konserine yetişmeyi planlıyorum. Hava naneli, her an bir şeyler indirecekmiş gibi. Ama hazırlıklıyım, sırt çantamda yağmurluktan güneş gözlüğüne her şey var!
Elimdeki işi bitirmeden çıkmam yakışık almayacağı için(!), konser heyecanı ile dakikaların geçmek bilmemesi gerekirken, zaman ışık hızında geçiyor sanki. 16.00 itibarıyla dosyayı tamamlayıp, maile ekleyip, send tuşuna bastığım gibi kendimi tuvalete atıyorum. Çabucak üstümü değiştirip, herkese hızlıca el sallayıp kaçıyorum. Özgürüm!
Arabayı Taksim'de bırakıp kendimi Gümüşsuyu'ndan aşağıya saldım. Yolu uzatmış oldum; ama Sesmosfer Bayramımızın bu ilk gününde, benim gibi hissedenlerle birlikte kendimi yokuş aşağı yuvarlayıp stada çarpıp durmak istiyorum :)
Saat 17.00. Vardım. Dragonsel ve Thor Beşiktaş'tan geliyor, kuzenler içeride. Biraz durup bekliim bari. Bizimkiler hala çalışıyor. Şu maillerime bir bakayım. Müşteri diyor. Müş.. Ne?
Hah! Geldiler! Yaşasın! İçeri giriyoruz!
E çok kolay oldu? Grup Yorum'da çektiğim çilenin onda birini çekmedim. İnsan gibi girdik içeri :)
Karnımız çok aççç. Hımm, çiğ sucuk ile çiğ sucukumsu köfte. Of. Oooo soğuk bira! E, yapacak bir şey yok. Alalım.
Aaaa yerimiz çok yakın sahneye yaşasın! Bi dakka yaa, fazla yandayız. Yaaa :( Ama nasıl olacak? E bu Sonisphere bayraklarından hiç bi şii görünmüyo?? Görevli yok mu? Baksana, şu önümüzdeki abiler de mi görevli arıyor? Hah buldular bir tane. Hadi destek olalım..
---
O gürültüde sesimizi duyuramadığımız için çeşitli el kol hareketleriyle saha içindeki görevlilerin dikkatini çekmeye çalıştık. Ancak tribündeki çoğu kişi saha içindeki arkadaşıyla aynı şekilde selamlaştığı ve kaynaştığı için bir maruzatımız olduğunu fark ettirebilmemiz biraz zaman aldı :) Ama tabii ki de birlikten kuvvet doğdu, azmin elinden bir şey kurtulmadı ve yaklaşık 2 saat sonra o bayraklar alkışlar eşliğinde indirildi. Ertesi gün kendilerini tribünlerin üstünde gördük. Daha sevimli görünüyorlardı..

Pentagram çıktığında saat 17.00'yi geçmişti. Ve çıkan grup da tam Pentagram değildi, solist Murat İlkan yerine sahnede başka bir abi vardı. Şarkıları pek bildiği de söylenemezdi. Sahnede kaldığı süre boyunca ne yaptı, ne söyledi pek anlamadık. Bir ara sözlerini bilmediği Holy Diver'ı falan söylemeye çalıştı. Ne işti anlamadık. Neyse ki fazla uzatmadı, indi (Anam! Şimdi baktım da, adam yeni solist Gökalp Ergen'miş! :)) Derken kısa bir sessizlik sonrasında Ogün Sanlısoy sahneye çıktı. Ogün Abiyi sahnede gördüğüme önce çok sevindim; ama evden apar topar çıkıp, koşmuş gelmiş bir havası vardı. Bu da, MS hastası olduğunu ve bunun Pentagram ile son konseri olacağını açıklayan Murat İlkan'ı ciddi ciddi merak etmeme sebep oldu. Konsere çıkamayacak durumda olduğunu düşündüm, üzüldüm. Ogün'lü Pentagram hemen "No One Wins The Fight" ile girdi. Trail Blazer albümünü uzun süredir dinlemiyordum (şimdi tarihine baktım, albüm 92'de çıkmış, oha); ama zamanının en kaliteli albümlerinden biridir bence. İkinci şarkı olarak Vita es Morte geldi. Bu Ogün Abinin sesine de, enerjisine de hayranım. Ve gruba olan vefasına da. Adam Bostancı'da da çıktı, burada da; ama diğer grup üyeleri bi ağızlarını açıp da teşekkür etmediler, etmiyorlar. Neyse. Sonunda Murat İlkan sahneye çıktı ve Behind The Veil'i çalmaya başladılar. Pentagram'ın ennnnn sevdiğim şarkısı! O kadar mutlu oldum ki..

Black shadows life behind the veil
Who dares to change the life someday
All you need is time.

Konserlerde de çok güzel yorumluyorlar; ama bence orijinali dinlenmeli. Hem konserde olmayan darbukaları, hem de Murat'ın ikinci seslerini duymak için.. Bu kadar mistik bir şarkı daha olabilir mi?

Ve 2. şarkı olarak, bence hem bana, hem de Murat'a çok uyan G.S.T.K.P. söylediler.

Dry me bleedin eyes, internally
I'm longin for my distant sanity
Here I'm all alone and still faithfully
Holdin on my private misery

Why must we live
In this drain that we hate
Life is hell for the dreamer
Who's seeking this shade

Give Me Something To Kill The Pain
There is no tomorrow and no today
My soul is not for eternity
And I know I will fade away, In memories

Anatolia albümünün çıkışını hatırlıyorum. Sene 1997. Ogün gitmiş. Yerine gelen bu adamı daha önce hiç duymamışım. Anatolia diye bir şarkıya enteresan bir klip çekilmiş. Diğer pop şarkıları ile birlikte sık sık ekranlarda görmeye başlamışız. Sertab Erener de geri vokal yapmış.. Şarkıdan çok etkilenmiştim, hemen koşup albümü almıştım. Albümün tamamı çok sıkı ve Murat'ın sesi muhteşemdi. Türk rock/metal tarihinin en önemli albümlerinden biridir bu. Hani derler ya kilometre taşı, ondan.. 5 Temmuz 1997'de Harbiye Açıkhava'da albüm sonrası ilk büyük konserlerini verdiler. Oradaydım ve konser beni bulunduğum zamandan kopardı, bambaşka bir diyara götürdü. Murat İlkan'ın kafasına, bacağına vura vura headbang yapmasının hastası oldum. Peki bunu nereye bağlayacağım? Pentagram Anatolia'dan sonra 2 albüm daha çıkardı: Biri 2001 tarihli Unspoken, diğeri 2002 tarihli Bir. Ondan sonra bir albüm üzerinde bile çalışmadı bildiğim kadarıyla. Ama dağılmadı da. 8 senedir hala Türk rock dinleyicisinin göz bebeği durumunda. 2008'deki Metallica konserine alt grup oldular, 2010'da Sonisphere'a katıldılar. Peki bu ilginç bir durum değil mi? Uzun yıllardır yeni bir şeyler üretmeyip belki de artık grup olma bilincini de yitirmiş bir grup; ama hala en önemli konserlerde sahne alabiliyor.. Yani alsınlar tabii de ama biraz da çalışsınlar yahu! Daha ne kadar eskilerin ekmeğini yiyecekler? Albüm yapmıyorlarsa da bari biraz konserlere çalışsınlar. Sonisphere'da gördüğümüz Pentagram kesinlikle bu işi ciddiye almamış, "Abi ne olacak, her türlü çıkar çalarız" rahatlığında, umursamaz bir grup profili çizdi. Oysa Murat'ın veda konseri, böyle büyük bir organizasyon daha fazla ciddiyeti ve çalışmayı, bir kaç yaratıcı fikri hak ediyordu bence. Arkasındaki nedenleri bilemiyorum tabii ama önyüze yorumum budur.

Murat İlkan sahnede fazla kalmadı. Hatta "En zor sahnem" falan dedi, üzüldüm tabii. Bu hastalığın da bir çaresi yok diye biliyorum; ama dilerim iyi olur, dilerim müzik yapmaya devam eder. Konser Bir ile bitti.

Sonrasında Alice In Chains çıktı sahneye. Solist Lenny Kravitz'in renkli gözlüsü ve belki de biraz daha yakışıklısıydı :) Enerjik ve sesi eski solist Layne Staley'e çok benzeyen bir abiydi. Etrafımdaki bir kaç kişi bana Layne'nin neden öldüğünü sordu. Overdose. 5 Nisan 2002'de overdosedan ölmüş.



Into the flood again
Same old trip it was back then
So I made a big mistake
Try to see it once my way







Alice In Chains indikten sonra sahnenin önüne kocaman siyah bir bayrak çektiler ve sahneyi izlemeye kapattılar. Biz açımızın avantajı ile kenarlardan sahnede hummalı bir çalışmanın başladığını gördük. Rammstein şova hazırlanıyordu.

Bir gün önce "Yav Rammstein'a kalmam ben, sadece 2 şarkılarını biliyorum, hem zaten 3 gün boyunca da yorulucaz.. Belki ilk şarkısını dinlerim, sonra da kaçarım" diye konuşan ben ve diğer arkadaşlarım, şov boyunca stada mıhlanıp kaldık. Grup sahneye gelecekken önce siyah bayrak metrelerce yüksekten yere indi, millet çığlığa boğuldu. Ancak altta bir bayrak daha vardı :) Sonrası nasıl geçti hiç hatırlamıyorum. Aleve, ateşe, çatapata, maytaba doyduk. Her şarkıda bir heyecan, bir atraksiyon vardı. Sürekli sahneye bir şeyler geldi... "O gördüğüm küvet mi?", "Pardon, benzin pompası derken?" Sahnede adam yaktılar, ağızlarından ateş üfürdüler, zodyak botla seyircinin üstüne açıldılar, en sonunda seyirciyi köpükle yıkadılar (!).. Gözümü ayıramadım sahneden bi şii kaçırmiim diye. Sonunda Du Hast'ta dayanamayıp kafa sallarken de kulelerden sahaya fırlatılan fişekleri kaçırmışım :) Kardeşim "Bırak kafa sallamayı da sahneye bak" diye müdahale etti de son bölümünü yakaladım patlamaların..


Solist abi de bir ilginçti. Hafifçe çömelip kafa sallama olayına bayıldım. Bir de şarkıların gitar bölümlerinde ellerini arkasında kavuşturup kıpırtısız durmasına. Feci ağır takıldı.

Her güzel şey gibi, bayramımızın ilk günü de bitti. Staddan çıkarken aklımızda Rammstein yerine ertesi gün dinleyeceğimiz Manowar'ın şarkıları vardı.. Taksim'e yürüdük. Islak hamburger yemek istedi canım. Kızılkayalar'ın kapısında insanlar sıkışmış, içerdekiler çıkamıyor, dışarıdakiler içeri giremiyordu :) İnat ettim itiş tepiş aldım yine de hamburger ve ayranımı. Sorgusuz Dorock'a gittik. Sarımsak kokularını yaymayayım diye bir süre motorları park ettikleri yerde durduk. O ne kalabalıktı! Orada da yol tıkandı. Bir de üzerine motorcu bir abi kalabalığı yarma konusunda kasınca içeri girelim bari dedik. İçeride de böğürtüden durulmuyordu. Yav sürekli böğürtülü müzik çalıyorlar. İnsan gibi metal dinleyemeyecek miyiz içeride? Bence Dorock'ta sadece dışarıda oturması güzel. Neyse, çok geçmedi, diğer arkadaşlar da sökün etti. Rammstein'ı öyle bir anlattık ki, gelmeyenler kafayı yedi :) İşte, biraz konserden falan konuştuktan sonra gürültüyü artık kafam kaldırmadığı için ben kaçtım. İlk günü de böylece kapatmış olduk.

Hiç yorum yok: