7 Nisan 2009 Salı

Her gezgin kaybetmemiştir yolunu..

Cumartesi günü Kılıçkaya’ya trekkinge gittik. İstanbul’u çıkarken hava kapamaya başlamıştı, Kocaeli Körfezi’nde de denizden gökyüzüne doğru kocaman bir grilik uzanıyordu. Ama sanayi bölgelerini geçip de dağlara doğru çıkmaya başladığımızda aslında yurduma baharın gelmiş olduğunu gördüm. Baharın neşesi hissediliyordu yol boyunca.. Parlak mavi gökyüzü, bunaltmayan, insanın içini tatlı bir sıcaklıkla dolduran güneş ve çiçeklenmiş ağaçlar.. Kahvaltımızı Tarzan Ali’nin yerinde yaptık. Kahvenin üstündeki küçücük terasa aldılar bizi. Tüm masalar hazırdı, biz gelince pıt pıt masaların üzerindeki kağıt örtüleri açtılar. Haşlanmış yumurtalar, peynirler, zeytinler, tereyağı-bal tabakları, söğüş domates ve salatalıklar çıktı ortaya. 40 küsur kişi 5 dakika içinde yerleşmiştik bile. Biz oturur oturmaz da koca bir tepsi dolusu su bardağında çaylarımız geldi. Çok güzel demlemişlerdi. Acayip keyifli bir kahvaltı oldu..
Kılıçkaya tırmanışına –düz yer o kadar azdı ki, yürüyüş diyemiicem artık :)- her tarafından sular dereler akan, şirin bir köy olan Doğancıl Köyü’nden başladık. Köyden bir amca –ki yol boyunca kendisine “dayı” diye hitap edildi :)- ve avcı köpeği de rehberlerimiz arasına katıldı. Sıkı bir tırmanışla Kılıçkaya’nın tepesindeki düzlüğe vardık. Koku, hava, manzara çok güzeldi. Yol boyunca kısa kollularla geldik; ama tepedeki rüzgar hepimize polarlarımızı giydirtti. Burada biraz nefeslendik, yanımızdaki kuruyemiş ve çikolatalarla enerji topladık.
Molayı fazla uzatmayıp toparlandık, sırta kadar S’ler çizerek çıktık ve dağın diğer tarafına inen dik yamacın başına geldik. Yaptığım en dik inişti herhalde. Zaten ekip bu noktada kopmaya başladı. Küçük bir grup olarak biz dayının peşine takıldık. Yamacı çok az indikten sonra yine dağın tepesinde, sırta paralel olarak yürümeye başladık. Dağın bu yüzü güneş almadığı için daha soğuktu ve karla kaplıydı. Kayaların, kocaman ağaç köklerinin, yıkılmış ağaçların üstü karlarla kaplıydı ve dikkatsiz bir adım bele kadar kara saplanmamıza ya da boşluğa düşmemize sebep olabilirdi. Allahtan dayı vardı da, onun adımlarını izleyerek en fazla kalça boyunda kara saplandık :)
Derken dağın sırtının yükseldiği ve kayalık bir zirveyi oluşturduğu yerin gölgesindeki güzel bir açıklığa geldik. Epey yorulmuştuk ve arkada kalanlarla da arayı bayağı açmıştık. Dayı burada bir mola daha verdi. Burada başka dağcılarla da karşılaştık, onlar da mola vermişlerdi, diğer tepeden gelip zirveye çıkmışlar. “Buraya kadar gelmişken zirveye çıkmadan gidilmez, iki dakikada çıkar gelirsiniz” dediler. Bunun üzerine yanımızdaki iki arkadaş gazı alıp zirveye çıkan yarığa doğru gitti. Biz kalanlar yerlere serilip yine kuruyemiş torbalarını çıkardık ortaya. Dayı da hanımının koyduğu köy ekmeği ve gazozu çıkardı. Azık değiş tokuşu yapıp afiyetle yedik. Bu arada öncü ikili zirveye çıkmış, el kol hareketi yapıp bağrınıyordu. Onların fotoğraflarını çektik. Enerjimiz biraz yerine gelince Vi ile birbirimize baktık, ikimizin de aklından aynı şey geçiyordu: Zirveye çıkmazsak pişman olacağımız :) Dayının da “Hadi kızım çıkın bakın gelin, zor diil” demesiyle gazı alıp yarığın yolunu tuttuk. Yarığın başındaki kocaman kayayı görünce ben duraksadım, aklımdan çeşitli manşetler geçmeye başladı :) Vi’ye “Sen bir baksana çıkabilir miyiz?” dedim, bizimki keçi gibi atladı ve tırmanmaya başladı. O tırmanınca gaza gelip ben de çıktım; ama platinli bilekle doğru bir iş mi yapıyorum, hadi kendi başımı geçtim, diğerlerinin başını da belaya mı sokuyorum çok emin olamadım. Yarık güneş görmediği için soğuktu, taşlar buz gibiydi, tutundukça parmaklarımız donuyordu Vi ile eldivenini paylaştık. Yerde kar ve dolayısıyla da çamur vardı. Ortada bir yerde Vi zorlandı, ayağı kaydı; ama ikimiz de geri dönmeyi düşünmedik. Debelenerek o engeli de aştık ve kendimizi ellerimizle yukarı çeke çeke zirveye ulaşmayı başardık!
Zirve kayalık bir sırttan ibaretti. Dağın her iki tarafında da geniş ovalar, orada burada minik minik köyler görünüyordu. Yarığın bulunduğu taraf çok esintili iken, diğer taraf güneşliydi. Yüksekte biraz huzursuz oldum; ama korkmadım, başım dönmedi. Sırtımı bir kayaya dayamış boşluğa bakarken kendimi biraz daha tanıdığımı hissettim. Vi dağcıların zirve tutkusunu anladığını söyledi. Ben zirve tutkusuyla dolduğumu söyleyemem; ama zirvede oturmanın eşsiz bir duygu olduğu kesin. Hem çıkmayı başarmışsın, hem nasıl ineceğini bilmiyorsun, hem korkuyorsun, hem keyif alıyorsun, huzurla doluyorsun, kendine doğru bir adım daha atmış gibi hissediyorsun.. Esinti şiddetini artırınca yüzümüzü güneşli olan tarafa dönüp oturduk. Biraz daha düz bir yer bulup arkaya doğru kaykıldım ve gözlerimi kapadım. Güneş öyle tatlı ısıtıyodu ki..
Derken diğer ekibin sesleri duyuldu, biz de dönüş yolculuğumuza başlayalım dedik. Ben inişin acı dolu bir süreç olacağını düşünüyordum; ama çıkıştan daha kolay oldu. Bu da keyfimizi daha da arttırdı.
15-20 dakika daha yürüdük, güneş iyice alçalmaya başlamıştı. Bir yerde mola verip kumanyamızı yedik. Tekrar 20 dakika daha yürüyüp karanlık bastırmaya başlarken köye girdik. Köyün çeşmesinde mataralarımızı doldurup İstanbul’a dönüş yolculuğu için otobüsümüze bindik. Otobüsün camından kayıp giden köy evlerine bakarken birden gerçekten yaşadığımı hissettim. Sanki çok önemli bir iş yapmışım gibi, ofiste sabit oturduğum günlerin verdiği bir şeyleri kaçırıyor olma hissi bir anda yok olup gitti. Yine mutluluk ve huzurla doldum..
Yorgun argın ve çamurlu üstümüz başımızla İstanbul’a indiğimizde Vi doğumgünü olan bir arkadaşına söz verdiğini söyleyerek bizi Taksim’e sürükledi. Partinin olduğu pub’a girdiğimizde bütün kafalar bize çevrildi. Çevrildiği yetmezmiş gibi insanlar yanlarındakini dürtüp bizi gösterdiler. Birisi garsonu çağırıp bişiiler dedi ve garson da sırt çantalarımızı alabileceğini söyledi :) Biz de kutlamamızı yapıp yuvamız Tezgah’a gittik koşarak. Her zaman nasıl karşılandıysak yine öyle karşılandık. Yayılıp soğuk biralarımızı içtik; ama biranın tadını çıkaramayacak kadar yorgunduk. Trekkingden dönüp o üstümüz başımızla medeniyete girdiğimiz ve bir bara oturup bira söylediğimiz zaman kendimizi Orta Dünya’daki büyük macera ve savaşlardan sonra köylerine dönmüş hobbitler gibi hissediyorum abartmak gerekirse ve bu çok hoşuma gidiyor :)

1 yorum:

Adsız dedi ki...

yazıyı son satırına kadar heyecanla okudum ve kıskandım...küçük hobit dikkatli ol...

icut