8 Mart 2009 Pazar

8 Mart Dünya Kadınlar Günü

Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Herşeyi inanılmaz bir açgözlülükle ele geçirip sonuna kadar kullanan klişe ve genel bir tanımla tüketimin sürekliliğini sağlayan sistem (medya, reklam vb’den oluşan kadınlar gününü de ele geçirdi. Kozmetikten giyime kadar tüm markalar bugüne özel indirimler yapıyorlar, en trajiği de büyük otelller, güzellik salonları 8 Mart için kadınlara masaj, cilt bakımı vb içeren paketler sunuyorlar. Orta kesime hitap eden ünlü bir kozmetik firması bugün için bütün ürünlerinde yarı yarıya indirim yapıyor. Kadınlar günü anlamından hızla uzaklaşıyor ve sanki sevgililer günü gibi gönüllerin hoş edilmesi gereken bir gün haline dönüşüyor.
8 Mart’ın tarihçesi bir yana bu gün aslında, hiç azalmayan ve aksine hızla artarak, yayılarak devam eden bir gerçeğin, kadınlara karşı şiddetin ne kadar acı verici boyutlarda olduğunun anlatıldığı bir gün olmalı. Şiddet, gerek fiziki olarak ve görünür izler bırakarak yaşansın, gerekse sinsice ve kimi zaman kurbana bile çaktırmadan gerçekleşsin hepimizi ama hepimizi etkileyen, yaralayan büyük bir sorundur.
Evrensel olarak kabul edilmiş bir kadınlara karşı şiddet tanımı yoktur. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) kadınlara karşı şiddet kavramını son derece geniş kapsamlı bir şekilde tanımlamıştır. Sözleşme metninde değil fakat Sözleşme’nin ayrılmaz parçası sayılan 19 numaralı tavsiye kararında şiddet, “Kamusal veya özel alanda kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya zarar veren cinsiyete dayalı eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya özgürlükten yoksun bırakma” olarak tanımlanmaktadır. İlgili tavsiye kararı Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi’nin aldığı en uzun ve ayrıntılı tavsiye kararlarından birisidir ve hiçbir konunun dışarıda kalmaması sağlanacak şekilde oluşturulmuştur.
Kadınlara karşı şiddetin sebeplerini araştıran birçok teori vardır. Bunların en önemlilerinden biri şüphesiz feminist teoridir. Temel olarak patriyarka ve onun sürmesine yardımcı olan sosyal kurumlar üzerinde durur. Kadınlara karşı şiddeti ortaya çıkaran, devam ettiren temel faktörler erkek egemen sosyal yapı ve erkek ile kadının toplumsal cinsiyete dayalı rollerini öğreten sosyalizasyon sürecidir. Bazı araştırmacılara göre geleneksel evlilik, patriyarkanın korunmasını sağlayan bir kurumdur. Şiddet üzerine feminist açıklamalar aynı zamanda erkek egemenliğinin kültürel ideolojisi ve kadınların kaynaklara erişimini sınırlandıran yapısal güçler arasındaki ilişkilere odaklanır. Kadınlara karşı şiddet tarihsel olarak ve tüm kültürlerde süre gelen erkek egemen sistemin bir sonucudur (Renzetti,Edleson ve Bergen, 2001).
Lenore Walker, Öğrenilmiş Çaresizlik (Learned Helplessness) kavramını, neden kadınların şiddete uğradıkları bir ilişkiyi bırakamadıklarını açıklamak için kullanmıştır. Kadınlar, kendi kontrolleri dışında gelişen şiddete seyirci kaldıkça depresyona sürüklenmekte ve bu da hareket kaabiliyetlerini, ilişkiyi terketme güçlerini sınırlamaktadır (Walker, 1999).
Bir diğer önemli kavram “Şiddet Döngüsü”dür. Fonagy ve Target (1995) çocuklukta fiziksel ve duygusal kötüye kullanıma uğrayan çocuklarda dört basamaklı bir olgudan bahseder. Buna göre ilk aşamada çocuk şiddete uğradıkça kendisini güvende hissetmemeye başlar. Bu durum tekrarlandıkça, çocuk insanlarla ilişkilerinde kendini güvende hissetmez olur. İkinci aşamada saldırganlık devreye girer. Üçüncü aşamada saldırganlıkla kendini ifade etme eş hale gelir. Son aşamada, başkalarının duygu ve düşüncelerini dikkate alabilmedeki yetersizlik, saldırganlığın engellenmesini azaltır.
Aile içindeki şiddete tanık olan çocuklar, doğrudan şiddete maruz kalmasalar da şiddete doğrudan maruz kalanlarla aynı belirtileri göstermektedirler. Çocuk için özdeşim nesnesi olan biri (örneğin baba) aile içinden bir başkasında yineleyici biçimde şiddet uyguluyorsa, çocuğun saldırganla özdeşimi, doğrudan şiddete maruz kalan çocuğun özdeşiminden daha kolay olabilmektedir (Vahip, 2002).
Annenin şiddet gördüğü durumlarda, çocuğun örselenmesi, annenin dövülmesi bittikten sonra da sürmektedir. Bu çocuklar, yardıma gereksinimi olan, yaralanmış, berelenmiş bir annenin bakımını üstlenmek zorunda kalmaktadırlar. Çökkün bir anneden psikolojik olarak ayrılmak ve bireyleşmek, çocuk için iki ayrı zorluk taşır. Birincisi yeterli doyuma ulaşamayan çocuk, tam olarak ne beklediğini bilmeden anneye yapışır. İkincisi, çökkün bir anneyi kendi haline bırakıp yoluna gidemez, suçluluk duyar. Suçluluk duygusunun kaynaklarından biri, yeterli doyumu sağlamayarak çocuğu engelleyen anneye yönelik saldırganlıktır. Bu şekilde rollerin değiştiği çarpık ilişki, özerkliği sınırlandıran sağlıksız bir ilişkidir (Vahip, 1993).
Şiddete uğrayan birey, kendisini kötü davranışları yüzünden ana babası tarafından cezalandırılma tehditi altındaki bir çocuk gibi hissetmektedir. Maruz kaldığı bu tehditler sonucunda, çocuk cezaya gerekçe hazırlamamak için, daha fazla kışkırtıcı davranışlarda bulunmamak üzere, kızgınlığını ve saldırganlığını kontrol etmeye çalışır. Yetişkinlik yaşamında, kötüye kullanıma hedef olan birey, benzer bir tepki gösterebilir. Ancak çoğu kez bu tepki uygunsuz olmakta ve kendini korumaya yetecek gücü olduğu halde bireyin sinmesine ve durumu çaresizce kabullenmesine yol açmaktadır. Şiddete uğrayan kişiler sıklıkla şiddeti kışkırttıkları şeklinde ya da daha uygun veya optimal bir tepki göstermedikleri şeklinde suçlanırlar. Bu türden suçlamalar, özgüveni daha da zedeler ve gelecekteki tepki verme yetisini daha da bozar (Vahip, 2002).
Kadınlara Karşı Her Türlü Şiddetin Önlenmesi Komitesi, 2007 yılında yayınladığı raporda kadınlara karşı şiddeti üç kategoride ele almaktadır:
1-Aile içinde kadına karşı şiddet: Drahoma cinayetleri, çocuk evlilikleri, evliliğe zorlama, kadın sünneti, yeni doğmuş kız çocuklarının öldürülmesi, fuhuşa zorlama, ensest, aile içi tecavüz, kadının dövülmesi, levirat (dul kadının kayınbiraderiyle evlendirilmesi), naka (kadına, para ya da mülk için ailesi tarafından birden çok evlilik yaptırılması)
2-Toplum içinde kadına karşı şiddet: Kız kaçırma, işyerinde taciz, kadınların örtünmeye zorlanması, namus cinayetleri, poligami, tecavüz, cinsel şiddet, sati (dul kadının kocasının cenazesinde yakılmaya zorlanması), bekaret testi, kadın ticareti
3-Devlet tarafından kadına uygulanan şiddet: Cinsiyete dayalı işkence ve muamele, hapishanelerde kadınlara uygulanan cinsiyete dayalı şiddet, savaşlarda tecavüzün bir silah olarak kullanılması, yaygın ve sistematik tecavüz ve cinsel şiddet, mülteci kadınların maruz kaldığı şiddet.
UNICEF’in 2000 yılında yayınladığı raporda kadınların en çok zarar gördüğü kültürel uygulamalara, yukarıda belirtilenler dışında bazı çarpıcı eklemeler yapılmaktadır. Örneğin Hindistan’da drahoma kurumu yasal olarak kaldırılsa da drahoma kaynaklı şiddet artış göstermektedir. Yılda 5 bin kadından daha fazlası kocaları tarafından öldürülmektedir. Kocaları veya kocalarının aileleri, drahoma talepleri evlilikten sonra karşılanmazsa kazara(!) çıkan mutfak yangınlarında eşlerini yakmaktadırlar. Günde ortalama 5 kadın yakılmaktadır ve birçok vaka da rakamlara yansımamaktadır.
Pakistan’da da benzer vakalar artarak devam etmektedir. Pakistan İnsan Hakları Komisyonu’nun raporuna göre günde ortalama 4 kadın aile içi tartışmalar sonucu kocaları ve aile bireyleri tarafından yakılmaktadır.
Bangladeş’te her sene 200 asit saldırısı gerçekleşmektedir. Sülfirik asit, kan davası, drahoma alamamak ve evilik tekliflerinin reddedilmesi gibi sebeplerle, çirkinleştirmek ve bazen öldürmek için ucuz ve kolay bir silah olmaktadır.
Kadın sünneti ile ilgili rakamlar da son derece çarpıcı olup sadece Afrika’da değil, Asya ve Ortadoğu’nun bazı bölgelerinde, Kuzey Amerika’da, Avrupa ve Avustralya’daki bazı göçmen topluluklarda da uygulanmaktadır. Yaklaşık 130 milyon kadın dünya çapında bu uygulamaya maruz kalmıştır ve her yıl 2 milyon kadın bu prosedürden geçmektedir.
Kadınlara karşı uygulanan şiddet, farklı kültürlerde ve ülkelerde olsa bile çoğu zaman benzer özellikler göstermektedir. Amerikalı feminist yazar ve araştırmacı Marilyn French (1998), kadınların şiddet olaylarına kurban gitme olasılığının erkeklere göre daha az olduğunu, fakat yakınlarından biri tarafından tarafından saldırıya uğrama olasılığının altı kat fazla olduğunu belirtmiştir. FBI’ın verilerine göre yılda yaklaşık iki buçuk milyon kadın cinsel taciz, ırza geçme veya hırsızlığa maruz kalırken, bu suçların dörtte biri kendi akrabaları ya da arkadaşları tarafından işlenir. Oysa erkeklere karşı şiddet içeren suçların, sadece %4’ünün akrabaları ya da ilişkide bulundukları kadınlar tarafından işlendiği saptanmıştır. Bu durum Türkiye için de aynı olup DİE’nin rakamlarına göre şiddete uğrayan kadınların %75’i eşi tarafından şiddete uğramakta ve şiddete uğrayan erkeklerin %75’i aile dışından gelen şiddete uğramaktadır.
Şiddete uğrayan kadınların en büyük sorunu sığınacak bir yer bulmakta zorluk çekmeleridir. Pek çok dayak olayında kadınlar suçlanarak neden evi terketmedikleri sorulur. Bir kadının gidecek yeri ve geçinecek parası olsa bile eşinin veya sevgilisinin tacizlerine maruz kaldığı görülmektedir. Amerika’da Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre saldırıya uğrayan kadınların %75’i kocalarından ya da sevgililerinden ayrıldıktan sonra bu türden saldırılara maruz kalmaktadırlar (French,1998).
Ülkemizde 1990 yılından beri şiddete uğrayan kadınlara sığınma fırsatı sunan ve şu anda belediye desteğinin kesilmesiyle kapanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, geçenlerde yaptıkları bir açıklamada yaşadıkları zorlukları anlattılar. Mali zorlukların ötesinde en büyük engellerin yerel idareciler tarafından önlerine konduğunu belirtip bu idarecilerin kadın sığınağında kalan kadınları evlendirmeye çalıştıklarını ve hatta kadınların kaldığı sığınağın adresini eşlerine verdiklerini ifade ettiler (Koç, Tuncer, 2008).
Kadınlara yönelik şiddet ve şiddet tehdidi, kadınlarda sürekli devam eden endişe ve korku ortamı yaratmaktadır. Korku konusunda yapılan testlerde, en az korku duyan genç kadınların, erkekler içinde en çok korku duyan yaşlı erkeklerle aynı korku düzeyinde olduğunu göstermektedir (French, 2008). Kadınların tüm yaşamlarını ve davranışlarını etkileyen ve sınırlandıran bu korkunun en büyüklerinden biri tecavüz korkusudur.
Diana Scully (1994) ırza geçmekten hüküm giymiş erkeklerle hapishanede derinlemesine görüşmeler yaptı ve sonuçlarını bir araştırmada topladı. Buna göre kabul edenler ve red edenler olarak ikiye ayrıldıklarını saptadı. Her iki taraf da yapmış olduğu işten kendini sorumlu tutmuyordu; ancak kabul edenler, ırza geçmenin kötü birşey olduğunu onaylıyordu. Ne var ki bundan tamamen sorumlu tutulamazlardı -içki, uyuşturucu ya da kadının kendilerini tahrik etmesi yüzünden böyle birşeye kalkışmışlardı. Reddedenler ise ne ırza geçmenin yanlışılığını ne de kendi davranışlarının uygunsuzluğunu kabul ediyorlardı; tecavüzde bulunduklarını yadsımamakla birlikte, kadının kendini baştan çıkardığı, bunu istediği,”yeterince” karşı koymadığı, hoşlandığı, uyuşturucu etkisinde olduğu, zaten hafif meşrep bir kadın veya fahişe olduğu türünden gerekçelerle haklılıklarını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Reddedenler, sorumluluklarını önemsemeyerek, tecavüzü bir baştan çıkarma öyküsüne dönüştürüyordu. Her iki kategorideki erkekler eğer içki ya da uyuşturucu etkisi altındayken bir kadına tecavüzde bulunmuşlarsa, bunu, davranışlarını haklı gösterecek bir mazeret olarak kullanıyorlardı. Ancak kadın içki ve uyuşturu etkisi altındaysa, şiddet kullanmalarını haklı göstermek için “kontrolden çıkmış” olduğunu ileri sürüyorlardı. Kabul edenlerin %70’i, reddedenlerin ise ancak %40’ı içki ya da uyuşturcunun davranışlarını etkilemiş olduğunu kabul etti. Reddedenlerin %56’sı, kabul edenlerin ise ancak %15’i kurbanların davranışlarında içki ya da uyuşturucunun etkisi bulunduğunu öne sürdü.
Araştırmanın bir diğer önemli sonucu ise, ne kabulcülerin ne redcilerin tecavüz sırasında ya da tecavüzden sonra kadına karşı acıma duygusu taşımış ya da suçluluk duymuş olmalarıdır. Her iki kesim de tecavüzü “riski az, ödülü yüksek” bir eylem olarak değerlendirmektedir. Hiçbiri tutuklanacağını düşünmemiş, tutuklansa bile hüküm giyeceği aklının ucundan geçmemiştir.
Tecavüz sonrasında, tecavüzcülerin tam tersine kadınlar için tecavüzün acısından ve şiddetinden kat kat daha fazla acı çektikleri bir kendini sorgulama süreci başlamaktadır. Böyle bir olayın meydana gelmesine yol açıcı faktörler olarak, ne giydikleri, ne yaptıkları, nereye gittikleri ya da nasıl davrandıklarına ilişkin ardı arkası kesilmeyen sorular yüzünden sonsuz bir suçluluk duygusuna kapılmaları, kadınlar üzerinde tecavüzün fiziksel olarak eyleminden daha çok tahribat yaratmaktadır.
Yeşim Arat ve Ayşe Gül Altınay (2007) “Türkiye’de Karşı Şiddet” adıyla geniş kapsamlı bir araştırma yapmışlar ve şiddet konusunda ayrıntılı bir tablo ortaya koymuşlardır. Bu araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye’de kadınların çoğunluğu şiddeti meşru görmemekte ve kadın erkek ilişkilerinde eşitlik istemelerine rağmen her üç kadından biri fiziksel şiddet görmektedir. Araştırmanın ilginç bir sonucu kadınların aileye kocalarından daha çok gelir getirmesi durumunda dayak riskinin en az iki kat artması ve bu durumda olan her üç kadından ikisinin fiziksel şiddete maruz kalmasıdır. Bu bulgu ekonomik gücünü kaybeden erkeklerin ataerkil otoritelerini fiziksel güce başvurarak perçinlemeye çalışmaları olarak yorumlanmıştır.
Çocukken tanık olunan veya maruz kalınan şiddetin, erkeklerin şiddet uygulama olasılığını, kadınların da şiddete maruz kalma olasılığını iki kat arttırdığı gözlenmiştir. Bu durum yukarıda bahsettiğimiz “şiddet döngüsü” olgusununun ve ailede toplumsallaşma sürecininin önemine dikkat çekmektedir.
Araştırmanın diğer bir dikkat çekici noktası fiziksel şiddete maruz kalan kadınların yalnızlığıdır. Eşinden fiziksel şiddet gören kadınların yarısı bu durumdan daha önce kimseye bahsetmediklerini ifade etmektedirler. Görülmektedir ki dayak mağdurları kurumsal olduğu kadar bireysel olarak da yalnızlardır. Ayrıca Türkiye’deki kadınların yarıya yakına Medeni Kanun’da yeniden düzenlenen mal rejiminden habersizdir. Görüşülen kadınların %43’ü 4320 sayılı "Aile’nin Korunmasına Dair Kanun"dan haberdar değillerdir.
L.L. Heise (1994) kadınlara karşı şiddetin devam etmesine neden olan unsurları dört başlıkta toplamış ve şiddete karşı yine bu başlıklar altında belirtilen çerçevede bir strateji izlenmesi gerektiğini saptamıştır. Bu unsurlar kısaca şunlardır:
Kültürel: Cinsiyete dayalı sosyalizasyon, cinsiyet rollerinin kültürel tanımları, ailenin, özel alan ve erkeğin kontrolünde bir kavram olarak görülmesi, evlilik gelenekleri, erkeğin üstünlüğünü kabul eden kültürel değerler ve şiddetin anlaşmazlıkları çözmede bir yol olarak görülmesi.
Ekonomik: Kadınların istihdam, eğitim ve para-kredi olanaklarına sınırlı erişimleri ve bunun sonucu olarak erkeklere ekonomik bağımlılıkları.
Yasal: Tecavüz ve şiddetin yasal tanımları, yazılı yasalar ve uygulama bakımından kadınların erkeklerle eşit olmayan statüsü, boşanma, velayet, miras ve nafakayla ilgili yasalar, kadınların temel hukuki bilgi yoksunluğu.
Siyasi: Kadınların siyasette, iktidarda ve medyada çok az temsil edilmesi, aile içi şiddete gereken önemin verilmemesi, kadınların politik bir güç olarak örgütlenmelerinin sınırlı olması.
Kadınlara karşı şiddetin sebeplerinin araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulan TBMM Araştırma Komisyonu'nun raporunda (2006) kadına yönelik şiddet konusunda 3 düzeyli strateji belirlenmiştir. Buna göre devlet düzeyinde ana plan ve programlara cinsiyet eşitliği bakış açısı getirilecek ve toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi zorunlu hale getirilecektir. Toplum ve aile düzeyinde, eğitimin öneminin yanında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kadının statüsünü yükseltme çalışmalarına aktif katılımının sağlanması sayılmıştır. Birey düzeyinde ise, şiddete uğramış kadına yönelik koruma sağlanması, yoksulluğun önlenmesi ve kadının güçlendirilmesi belirtilmiştir.
Birçok sivil toplum örgütü de ilgili komisyon raporunda görüş bildirmiştir. Hepsinin birleştiği ortak nokta kadın sığınmaevlerinin yaygınlaştırılmasıdır. Sığınmaevlerinin kadına karşı şiddetin önlenmesinde taşıdığı önemli role Yeşim Arat ve Ayşe Gül Altınay’ın çalışmasında da değinilmiştir. Bu husus yukarıda belirtilen 3 düzeyli stratejiyle de uygunluk sağlamasına ve şiddete uğrayan kadının yeniden hayata kazandırılmasında son derece önemli olmasın karşın bu konuda ilerleme sağlanamadığı görülmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi Mor Çatı ayakta kalabilmek için çok büyük uğraş vermektedir.
Mor Çatı, kadınlara karşı şiddetin önlenmesindeki görüşlerini şöyle ifade etmektedir(2007): "İktidarın olduğu her yerde şiddet de olur. Erkek egemenliği bu tür bir iktidar mekanizmasıdır ve toplumun her yerinde sonuçlarını görmek mümkündür. Kadınları ve erkekleri bu alanda eğitmek kuşkusuz iyileşme sağlayabilir, ancak eşitsizliğe yol açan toplumsal cinsiyet ilşkileri sorgulanmadıkça, bu eşitsizliklerin giderilmesi yönünde adımlar atılmadıkça aile içi şiddetle ilgili kalıcı kazanımların sağlanması güçtür."
Bunun yanında sığınak kavramının yerine, yasada ve devlet kurumlarında “konukevi” kavramı kullanılmaktadır. Bu çekincenin nedeni Mor Çatı’ya göre sığınaklarının varlığının, üzerinde tartışılmayan, sorgulanmayan ailenin “kutsallığına” gölge düşürebileceği endişesidir. Nitekim karakola ya da savcılığa başvuran kadınlar ailelerine geri döndürülmeye çalışılması ve kocasıyla barışmaya yönlendirilişi de bunu doğrular niteliktedir. Kamu kurumları ve yerel yönetimler tarafından açılan sığınaklar için “Kadın Korunma Evi” ya da “Konukevi” gibi tanımlar kadına yönelik şiddeti toplumsal bir sorun olmaktan çıkarıp, kadını esirgenmesi, korunması gereken bir nesne haline getirmekte ve kadını değişmeden aynı durumda ve aile içindeki geleneksel rolü içinde kalmaya zorlamaktadır. Oysa sığınaklar sadece kadınların can güvenliğini sağlayacak, erkek şiddetinden uzaklaşmalarını sağlayacak mekanlar değil aynı zamanda diğer kadınlar ve çocuklarıyla birlikte şiddetsiz bir hayatın mümkün olduğunu keşfedecekleri mekanlardır.
BM İnsan Hakları Komisyonu Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörü Prof. Yakın Ertürk’ün(2004) Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye Şubesi'nin basın toplantısında yapmış olduğu konuşmada şu söyledikleri, kadınlara karşı şiddet konusunda sonuç itibariyle söylenmesi gerekenleri hiçbir ekleme yapılmasına ihtiyaç duyulmaksızın çok güzel ifade etmektedir:

"Üç hafta önce Guatemala’da kadına yönelik şiddet konusunda inceleme yaparken Maya kökenli 28 yaşlarında yoksul ve eğitimsiz bir kadınla tanıştım. Basından geçen şiddet olaylarını bana anlatırken dedi ki, “…Ben iki sene öncesine kadar bir kadın olarak haklarımın olduğunu bilmiyorum, yaşadığım olumsuzlukların doğal olduğunu düşünerek bunlara boyun eğiyordum. Ama şimdi benim de haklarımın olduğunu öğrendim.” "Peki, bunu nasıl öğrendin?" diye sorduğumda, kadın örgütlerinin düzenlediği bir seminerde öğrendiğini söyledi. Bu beni çok etkiledi ve insan hakları yolundaki mücadelenin ve çabaların ne kadar doğru olduğu yönündeki inancımı iyice pekiştirdi. Demek ki, 10 yıl önce Viyana’da resmileşen ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını yönlendiren hedefler dünyanın en ücra köşelerindeki kadınların bilincine ulaşabiliyor. Dayanışma içinde çalışarak ve otoriter rejim ve kişiliklere karşı insan hakları ilkesini tüm insanların benimsediği bir değer ve yaşam biçimi haline getirerek, kadına yönelik şiddet belasını yenebileceğimize inanıyorum".

3 yorum:

Gand dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Gand dedi ki...

koko, aydınlatıcı yazın için teşekkürler. daha çok yazmanı umuyorum.
bir de yazına atıfta bulunmamın sakıncası yoktur umarım :)
http://vliegendenederlander.blogspot.com/2009/03/kadinlarin-kurtulusu-erkekleri-de.html

Koko dedi ki...

Ne sakıncası aşkolsun!!!He zaman beklerim!!!!
Daha çok yazmayı ben de çok istiyorum lakin bu hayat, enerjimi ruh emici gibi çekip tüketiyor yav, gücüm kalmıyor.Ne yapmak lazım?