İşe döndüm. Çukura.. Beni yoran, tüketen, yaşama sevincimi, üretme dürtümü usul usul emen işime.. Evet, severek değil, sadece para kazandırdığı için yapıyorum işimi. Ve bu ülkede insan gibi yaşayabilmek, illa ki ortalamanın üstünde para kazanmayı gerektirdiği için..
Bundan yaklaşık 2,5 ay önce, ayak bileğimin kırılmasıyla birlikte, birdenbire hayatımı bambaşka bir boyutta yaşamaya başladım. Benden tek beklenen, çekmekte olduğum ağrılara dayanmam ve sabırla kemiklerimin kaynamasını beklememdi. Hayatımdaki tüm o sahte baskı ortadan kalkmış ve yerine çok basit, çok hayati, çok gerçek bambaşka bir amaç gelmişti: “kendime gerçekten iyi bakmam”. Bu o kadar önemli ki.. Benden beklenen şeyin tamamen ve sadece benim varlığıma katkıda bulunacak, bana iyi gelecek bir şey olması o kadar nadir ki artık hayatımda..
Bugün dönüp baktığımda görüyorum ki, bu olay başıma gelmeden önce hayatım bir yokuşu tepetaklak iniyor gibiydi.. Büyük taşlarından biri yerinden oynamıştı. Hayata, kendime, sevgiye olan inancım ve güvenim sarsılmış, tüm düzenim alt üst olmuştu. Kendimi, içimi bir arada tutmaya çalışıyordum vargücümle. Atlatmama az kalmıştı, tekrar toparlanmış gibiydim.. Ama başka arazlar çıkmıştı. İşe gitmek hiç istemiyordum. Tamam bu bildik tanıdık, hatta normal bir şey.. Ama bazı günler giyinmek bile istemiyordum. Özenmek, düzgün olmak. İstemiyordum. Neden her gün giyinmek zorundaydım? Yani bazı günler pijamalarımla duramaz mıydım? Her gün örtünmek zorunda mıydım? Hele o takımlar.. Bazen ceket giydiğim zaman kendimi kadın gibi hissetmiyordum. Hatta bir gün Koko’ya sormuştum “Hiç sabah aynaya baktığında bir erkek gördüğün oldu mu?” diye. O da “Bir erkek değil; ama bir maymun gördüğüm oldu” demişti :) Peki her gün insan içine çıkmak zorunda mıydım? Of en kötüsü de iletişmek zorunda olmaktı.. Açık ofis kabusunu artık bünyem kaldırmıyordu. Herkesin tüm telefon konuşmalarını duymak zorunda mıydım? İşle ilgili olanları geçtim hadi, kayınvalide ile gerilmelere, çocuk bakıcısına verilen talimatlara, sevgili ile yapılan planlara kulak misafiri oluyordum… istemeden. Olmak istemiyordum oysa, bilmek istemiyordum. Gürültüsüz bir ortamda sakince bir şey okumak mümkün değildi. Çayımı herkesin içinde içmek zorundaydım, bir şey yersem herkesin içinde yemek zorundaydım, sürekli görülüyor ve duyuluyordum. Sürekli görüyor ve duyuyordum. Hatta tuvalette bile yalnızlık yoktu. Üstü ve kapısının altı açık olan tuvaletler ile yine herkes herkesin varlığını illa ki bilmek ve hissetmek zorundaydı. Her gün; ama her Allahın günü çekilir miydi bu? Gittikçe daha çok kafaya takıyordum. Ve bu taktığım tek şey de değildi.. Derken tüm bunlar 2 aylığına sona erdi.. Her işte bir hayır var mı gerçekten? Cevabı şu anda göremiyorum; ama raporlu olduğum 2 ay o kadar güzel ve huzurlu geçti ki.. Tek bir anında bile sıkılmadım. Bileğim kırıldığı için kendime sadece bir tek gece -güçlü ağrıkesicilerin bile kesemediği ağrılarımın sabaha kadar uyutmadığı, yatakta ayağımı kımıldatamadan yattığım ve çaresizlikten ağladığım o gece- acıdım.. Benzeri çok gece oldu sonra.. Ama hiç sormadım o gecelerde “Neden ben?” diye.. O ağrılar da bana, benim varlığıma, varoluşuma aitti.. Başka kimse değil, kendi vücudum dayatıyordu işte. Bileğim ağrıdığı, yürüyemediğim, değneklerim yüzünden bir bardak su bile taşıyamadığım için kahretmedim kendimi.. Çünkü özgürdüm. İstemediğim hiçbir ilişki, hiçbir sohbet, istemediğim halde ilgilenmek zorunda olduğum hiçbir sorun yoktu hayatımda. Özgürdüm. Her şey için yeterli zaman vardı. Uyumak için, okumak için, düşünmek için, hiçbir şey yapmamak için.. Bazı günler sadece duruyordum. İlk Kanat Atkaya dile getirmişti çoğumuzun yaşadığı bu “durumu”. Evde durmak. Öylece duruyordum, hiçbir şey yapmadan. O kadar iyi geliyordu ki.. Sadece var oluyordum. Tavana ya da aynaya ya da gökyüzüne bakarak duruyordum. Belirli bir şey düşündüğüm de söylenemezdi. İnsanın bunu sık sık yapabilmesi ne kadar önemliymiş. Müziğe dalıp, sonra onu bilinçli duymayı da bırakıp, durmak.. bir çeşit şibumi hali.. Ve tuhaf bir şey, bütün gün evde olmama, çok az hareket etmeme, genellikle ayağımı uzatıp oturmak zorunda olmama rağmen zayıfladım. Çünkü acıkmıyordum. İş yerinde sürekli çay ya da kahve içer ve sıkıntıdan bir şeyler atıştırma ihtiyacı duyarken evdeyken yemek içmek aklıma bile gelmiyordu. Tein, kafein ve endüstriyel şeker tüketimim de ciddi oranda azaldı.. Cildim oksijen almaya başladı, güzelleşti. Öyle ki, işyerine döndüğümde “Cilt bakımı yaptırmış gibisin” dedi arkadaşlarım. Hem fiziksel çevremin değişmesi, hem de psikolojimin iyileşmesiyle hasta raporlu olduğum bu 2 ay içerisinde daha sağlıklı oldum :)
Yarın işe dönüşümün 4. haftası başlayacak. Bileğimi kırmadan hemen önceki gibi kötü değil ruh halim, enseyi karartmıyorum; ama şimdiden yorulmaya başladım. İlk hafta sevdiğim arkadaşlarıma kavuşmanın gölgelediği tatminsizlikler, mutsuzluklar teker teker ortaya çıkmaya başladı. Yine kaybolmak istemiyorum. Unutmak istemiyorum başka türlü yaşamanın mümkün olduğunu. Azla yetinebildiğimi. İnsanın kendisini gerçekleştirebilmesi için sadece kendisiyle ilgilenmesi gerektiğini.. Aynı zamanda yorucu ve talepkar bir işte çalışarak insanın kendi hakkını veremediğini.. Unutmamam lazım. Evet, evren bana nefes aldırdı. Ama bunu sistemin oyunlarına dayanabilmek için güç tazelemesi veya sistemden çıkmak için cesaret aşısı olarak kullanmak benim ellerimde..
Bundan yaklaşık 2,5 ay önce, ayak bileğimin kırılmasıyla birlikte, birdenbire hayatımı bambaşka bir boyutta yaşamaya başladım. Benden tek beklenen, çekmekte olduğum ağrılara dayanmam ve sabırla kemiklerimin kaynamasını beklememdi. Hayatımdaki tüm o sahte baskı ortadan kalkmış ve yerine çok basit, çok hayati, çok gerçek bambaşka bir amaç gelmişti: “kendime gerçekten iyi bakmam”. Bu o kadar önemli ki.. Benden beklenen şeyin tamamen ve sadece benim varlığıma katkıda bulunacak, bana iyi gelecek bir şey olması o kadar nadir ki artık hayatımda..
Bugün dönüp baktığımda görüyorum ki, bu olay başıma gelmeden önce hayatım bir yokuşu tepetaklak iniyor gibiydi.. Büyük taşlarından biri yerinden oynamıştı. Hayata, kendime, sevgiye olan inancım ve güvenim sarsılmış, tüm düzenim alt üst olmuştu. Kendimi, içimi bir arada tutmaya çalışıyordum vargücümle. Atlatmama az kalmıştı, tekrar toparlanmış gibiydim.. Ama başka arazlar çıkmıştı. İşe gitmek hiç istemiyordum. Tamam bu bildik tanıdık, hatta normal bir şey.. Ama bazı günler giyinmek bile istemiyordum. Özenmek, düzgün olmak. İstemiyordum. Neden her gün giyinmek zorundaydım? Yani bazı günler pijamalarımla duramaz mıydım? Her gün örtünmek zorunda mıydım? Hele o takımlar.. Bazen ceket giydiğim zaman kendimi kadın gibi hissetmiyordum. Hatta bir gün Koko’ya sormuştum “Hiç sabah aynaya baktığında bir erkek gördüğün oldu mu?” diye. O da “Bir erkek değil; ama bir maymun gördüğüm oldu” demişti :) Peki her gün insan içine çıkmak zorunda mıydım? Of en kötüsü de iletişmek zorunda olmaktı.. Açık ofis kabusunu artık bünyem kaldırmıyordu. Herkesin tüm telefon konuşmalarını duymak zorunda mıydım? İşle ilgili olanları geçtim hadi, kayınvalide ile gerilmelere, çocuk bakıcısına verilen talimatlara, sevgili ile yapılan planlara kulak misafiri oluyordum… istemeden. Olmak istemiyordum oysa, bilmek istemiyordum. Gürültüsüz bir ortamda sakince bir şey okumak mümkün değildi. Çayımı herkesin içinde içmek zorundaydım, bir şey yersem herkesin içinde yemek zorundaydım, sürekli görülüyor ve duyuluyordum. Sürekli görüyor ve duyuyordum. Hatta tuvalette bile yalnızlık yoktu. Üstü ve kapısının altı açık olan tuvaletler ile yine herkes herkesin varlığını illa ki bilmek ve hissetmek zorundaydı. Her gün; ama her Allahın günü çekilir miydi bu? Gittikçe daha çok kafaya takıyordum. Ve bu taktığım tek şey de değildi.. Derken tüm bunlar 2 aylığına sona erdi.. Her işte bir hayır var mı gerçekten? Cevabı şu anda göremiyorum; ama raporlu olduğum 2 ay o kadar güzel ve huzurlu geçti ki.. Tek bir anında bile sıkılmadım. Bileğim kırıldığı için kendime sadece bir tek gece -güçlü ağrıkesicilerin bile kesemediği ağrılarımın sabaha kadar uyutmadığı, yatakta ayağımı kımıldatamadan yattığım ve çaresizlikten ağladığım o gece- acıdım.. Benzeri çok gece oldu sonra.. Ama hiç sormadım o gecelerde “Neden ben?” diye.. O ağrılar da bana, benim varlığıma, varoluşuma aitti.. Başka kimse değil, kendi vücudum dayatıyordu işte. Bileğim ağrıdığı, yürüyemediğim, değneklerim yüzünden bir bardak su bile taşıyamadığım için kahretmedim kendimi.. Çünkü özgürdüm. İstemediğim hiçbir ilişki, hiçbir sohbet, istemediğim halde ilgilenmek zorunda olduğum hiçbir sorun yoktu hayatımda. Özgürdüm. Her şey için yeterli zaman vardı. Uyumak için, okumak için, düşünmek için, hiçbir şey yapmamak için.. Bazı günler sadece duruyordum. İlk Kanat Atkaya dile getirmişti çoğumuzun yaşadığı bu “durumu”. Evde durmak. Öylece duruyordum, hiçbir şey yapmadan. O kadar iyi geliyordu ki.. Sadece var oluyordum. Tavana ya da aynaya ya da gökyüzüne bakarak duruyordum. Belirli bir şey düşündüğüm de söylenemezdi. İnsanın bunu sık sık yapabilmesi ne kadar önemliymiş. Müziğe dalıp, sonra onu bilinçli duymayı da bırakıp, durmak.. bir çeşit şibumi hali.. Ve tuhaf bir şey, bütün gün evde olmama, çok az hareket etmeme, genellikle ayağımı uzatıp oturmak zorunda olmama rağmen zayıfladım. Çünkü acıkmıyordum. İş yerinde sürekli çay ya da kahve içer ve sıkıntıdan bir şeyler atıştırma ihtiyacı duyarken evdeyken yemek içmek aklıma bile gelmiyordu. Tein, kafein ve endüstriyel şeker tüketimim de ciddi oranda azaldı.. Cildim oksijen almaya başladı, güzelleşti. Öyle ki, işyerine döndüğümde “Cilt bakımı yaptırmış gibisin” dedi arkadaşlarım. Hem fiziksel çevremin değişmesi, hem de psikolojimin iyileşmesiyle hasta raporlu olduğum bu 2 ay içerisinde daha sağlıklı oldum :)
Yarın işe dönüşümün 4. haftası başlayacak. Bileğimi kırmadan hemen önceki gibi kötü değil ruh halim, enseyi karartmıyorum; ama şimdiden yorulmaya başladım. İlk hafta sevdiğim arkadaşlarıma kavuşmanın gölgelediği tatminsizlikler, mutsuzluklar teker teker ortaya çıkmaya başladı. Yine kaybolmak istemiyorum. Unutmak istemiyorum başka türlü yaşamanın mümkün olduğunu. Azla yetinebildiğimi. İnsanın kendisini gerçekleştirebilmesi için sadece kendisiyle ilgilenmesi gerektiğini.. Aynı zamanda yorucu ve talepkar bir işte çalışarak insanın kendi hakkını veremediğini.. Unutmamam lazım. Evet, evren bana nefes aldırdı. Ama bunu sistemin oyunlarına dayanabilmek için güç tazelemesi veya sistemden çıkmak için cesaret aşısı olarak kullanmak benim ellerimde..
5 yorum:
Sevgili Kiki
Bu kadar acı ve nefes alma/alamama ve çaresizlik hissi sözcüklere dökülünce,üretmeye dönünce şahane olmuş.
bir daha hiçbir şey aynı olmaz.
O iki ayi guzel yapan sey tersinin kotu olmasi. Ise gitmemeyi iki ay degil on iki ay surdurseydin farkli olacakti bu yazi...
Hayatimizi bu kutuplar yonetiyor. Sistemin disina cikamayiz cunku nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalim biz oldugumuz anda sistem var. Egomuzun disina cikmadikca kutuplar var olmaya devam edecek...
Yaşasın, yazıma yorum gelmiş! :))
Olmaz di mi Tiki? :)
Ama sistem vaar, sistem var Decato :) Ben senin kadar karamsar değilim bu konuda..
Adam 65'indeydi, karısı 66, Alzheimer hastası.
Adamın ağzı kanserdi.Geçirdiği ameliyatlar ve gördüğü ışın tedavileri çene kemiğini eritince tel takmışlardı çenesine.
Bir bebeğin altını değiştirir gibi her gün altını değiştirirdi karısının.
Durumundan dolayı araba süremediği için hastaneye taksi ile gider, konuşmakta zorlandığı için adresi kağıda yazardı.
Son ziyaretinde, bir ameliyat daha gerektiğini söylediler ona;sol yanağının ve dilinin biraz daha temizlenmesi gerekiyordu.
Eve döndüğünde karısının altını değiştirdi,fırına hazır dondurulmuş yemeklerden koydu, akşam haberlerini izledikten sonra yatak odasına gitti,silahı aldı, karısının şakağına dayadı ve ateşledi.
Kadın soluna yığıldı,adam kanepeye oturdu,namluyu ağzına soktu ve tetiği çekti.
Silah sesleri komşuları harekete geçirmedi.
Daha sonra fırında yanan yemeğin kokusu geçirdi.
Biri geldi,kapıyı omuzlayarak açtı ve gördü.
Çok geçmeden polisler gelip işe koyuldular,bazı şeyler buldular;bakiyesi bir dolar ondört sent olan bir tasarruf hesabı defteri.
Ve sonuca vardılar,intihar.
Çok geçmeden,üç hafta sonra,iki yeni kiracı taşındı daireye; Ross adında bir bilgisayar mühendisi ile bale eğitimi alan karısı Anatana.
Yükselme eğilimindeki çiftlerden biri gibi görünüyorlardı...
Böyle işte Kiki, bu günlerin kıymetini bil, gittikçe daha da kötü olacak :)
Evet kiki, sistem var. Sistem sensin. Sen Don Kisot'sun. Degirmenler de sistem. Sistem hep olacak. Sen de kilicini sallayacaksin boyle...
Yorum Gönder