9 Eylül 2008 Salı

Hayatımdaki Kadınlar

On iki yaşımda Marilyn French’in Kadınlar’a Mahsus kitabını okudum ve herşey böyle başladı. Kitabın ana karakteri Mira evlilik için üniversiteyi bırakmış ve iki çocuk doğurmuşken, evliliğin ve evin durağan, güvenli sularında yüzerken kocası tarafından kıçına tekmeyi yer ve mecburi bir aydınlanışa sürüklenir. Mecburi falandır ama aydınlanıştır yine de ve Mira yarım bıraktığı üniversiteden mezun olur ve 1968 yılında Oxford’da doktoraya başlar. Bir sürü kadınla tanışırız burada. Konuşurlar, tartışırlar, sürekli okurlar, entellektüel, komik ve özgürdürler. "İyi bir hayat benliğin hiçbir parçasına baskı yapılmayan, hiç bir parçanın ezilmediği, bir başka parçaya baskı yapılmasına izin verilmediği bir hayattır" derler. Kimsenin özellikle bir erkeğin kendilerini ezmesine izin vermezler. Gerçi oldukça kötümser bir kitaptır, hiç bir çıkış yolu yoktur yazara göre ve hiç bir çözüm önermez: "Erkeklerle yaşamanın yolu yoktur, her halukarda kadınları iğdiş ederler”. Ama 12 yaşındaki ben o zaman buna takılmadım tabi ki. Benim gördüğüm sadece güçlü ve yaşamlarında sadece bilgiye önem veren kadınlardı ve gelecekte ben de öyle olmaya karar verdim. Bu bilinçli bir “Evet, kararımı verdim böyle olacağım” değildi; ama rol modelim böyle şekillenmişti. On iki yaşımdan beri düzenli olarak her yıl bu ansiklopedik kitabı okudum ve sonunda ilerideki yaşamımın buradaki kadınların yaşamı gibi olacağına inandım. Yani ilerideki yaşantımda ne meslekle iştigal edeceğimi bilmiyordum; ama mutlaka okuyacağım, yazacağım bir iş ve hayat olacaktı.

Sonra Janis Joplin dinlemeye başladım. Ne ayrıksı, ne güçlü bi kadındı! Son derece kırılgandı, hassastı; ama baksanız asla bunu anlayamazdınız çünkü O, meşhur patlamalı, gürültülü kahkahalarıyla beraber geziyordu her zaman. Farklıydı ve farklılığı sebebiyle ergenliğinden başlayarak hep dışlandı. "Çocukken hep bana : 'Şimdi ergenlik çağındasın, onun için mutsuzsun, büyüyünce her şey düzelecek' derlerdi. Buna gerçekten inanırdım biliyor musun?Ya büyüyüp doğru erkeği bulduğumda veya üç beş kuruşu söke söke bir araya getirdiğimde düzelecekti her şey. Ve ben günün birinde hiçbir şeyin asla düzelmeyeceğini anladım nihayet, yanlışlık hep olacaktı. Bir gün gelip geride kalacak geçici bir çaresizlik değildi, anladım ki tüm yaşamım böyle olacaktı.” Böyle oldu. Muhteşem sesiyle, karizması ve karanlık mizahıyla kendini daha sonra herkese kabul ettirse de hep yalnızdı. Bir üniversite arkadaşının söylemiyle O’nun kaderini elinde tutan hiç kimse yoktu. Varlığını ancak içkiyle, daha çok içkiyle ve eroin başta olmak üzere tüm kimyasallarla kutsarken sahnede kimi zaman kendini ele veriyordu: "Ne kız arkadaşım var, ne erkek arkadaşım, benim hiç kimsem yok. Televizyon çalışmıyor, radyo çalışmıyor. Eve geldiğimde kimse yok. Hayvanlar bile dolanmıyor ortalıkta... Her gün böyle bu... aaaaaahhhhhhhh.... Yalnızlık... Yalnızlık.... (All is Loneless)"
Bir arkadaşı kuliste çiftlere bakıp şöyle dediğini söylüyor Janis’in: "Tim ve Laura, Grace ve Tim ama Janis hep yalnızca Janis". Hiç bir zaman bu yalnızlığından kurtulmak için kendini değiştirmedi: "Budala bir erkeğe ihtiyacım yok. Kimseye bir şey sormak zorunda değilim. Eğer herhangi biri sana boktan bir hikaye anlattığı için onun kendini daha iyi hissetmene yardım edebileceğini sanıyorsan aptalsın. Hiç kimsenin bir diğerinden fazla bir şey bildiği yok.” Yalnızlığından kurtulmak için başkalarının aptallığına ihtiyacı yoktu, birtakım ilişki müsvettelerine ihtiyacı yoktu, sırf yanında birileri olsun diye sırf "Janis ve ...." olsun diye varlığını kirletmeye ihtiyacı yoktu. Dimdik yürüyordu o, sahnede bağırıyor, haykırıyor, tüm benliğini seyircilerine açıyor sonra evine gidip Southerm Comfort kadehlerinde kayboluyordu. Eşsiz bir özyıkım kraliçesiydi ve bunun farkındaydı: "Ben kendi iç varlığımın kurbanıyım" Sonra eroinle tamamen yoketti kendini.
Ben o çığlıkların peşinden koştum diğerleri gibi. Dinlerken -Freedom's just another word for nothing left to loose- çığlıkları, bilgeliği tüm hücrelerime işledi. O’nun gibi giyinmeye çalıştım, O’nun gibi konuşmaya çalıştım, hatta O’nun gibi gülmeye çalıştım. Ne olursa olsun tek başına var olmaya söz verdim ve acılarımı O’nun gibi birşeyler yaratarak yaşamak istedim. Hippilere özendim, Monterey Caz Festivalini seyrettim. Janis’in orada nasıl herkesi etrafına toplayarak ortamı coşturmasına, hem kendiyle hem tüm dünyayla dalga geçtiği mizah anlayışına bayıldım. Kafasına taktığı kırmızı tüylerle, nasıl kimseleri umursamadan, nasıl da dünyanın merkezi kendisiymişçesine salınarak geziyordu...
Bir başka özyıkım kraliçesini tanıdım sonra. Tamamen farklıydı o. İçine kapanık, sessiz.. Fotoğraflarına baktığınızda ince vücudunda zamanına uygun kıyafetler, güzel yüzünü çevreleyen saçlarını başının arkasında toplamış, büyük bir neşeyle gülümsüyor. Dizelerini okumaya başladığınızda herşey birden bire değişiyordu oysa. Bu kelimeler dehşete düşürüyordu okuyanı, nefes alamıyordunuz, o anda bırakmak istiyordunuz ama bırakamıyordunuz da elinizden. Soluğum kesilerek okudum ilk mısraları. Acı bu kadar somut hale getirilip, bu kadar acımasızca ve gerçek betimlenip nasıl böylesine ölümcül dökülebiliyordu kelimelere: "Bomboşum bir tek ayak sesleri yankılanır içimde/ Sütunlarıyla, revaklarıyla, kubbeli odalarıyla heybetli ama heykelsiz bir müze/ Ay bir elini alnuma koyar/ Bir hemşire gibi ifadesiz ve suskundur suratı"
Sylvia tüm hayatı boyunca mücadele eder. Öncelikle sürekli kendiyle didişir, içindekini çözmeye çalışır: "Bir çığlık çömmüş içime/ Gece gece çırpıp kanatlarını, alır başını gider./ Kancalarıyla, sevecek birşeyler arar durur/ İçimde uyuyan bu karanlık şey dehşete düşürür beni/ Bütün gün o yumuşak, tüyümsü kıvrılışlarını/ Duyumsarım habisliğini." İçindeki karanlık hiç bırakmaz O’nu. Şiirlerindeki en baskın temalardan biri ölümdür. Hayata karşı ölüme tutunarak, daha doğrusu yazıya tutunarak ayakta kalmaya çalışır. Janis’in acı çığlıkları nasıl O’nun varoluşuysa Sylvia’nınkiler de sessiz ama zehirli dizelerdir. "
Ölmek/ Herşey gibi, bir sanattır/ Bu konuda yoktur üstüme/ Öyle ustaca yaparım ki cehennem gibi gelir/ Öyle ustaca yaparım ki gerçek gibi gelir/ Öyle kolay ki bir hücrede bile yapabilirsiniz/ Öyle kolay ki yaparsınız ve kımıldamazsınız./ Ben diriliyorum, kalkıyorum işte/ Küllerin arasından kızıl saçlarımla/ Ve insan yiyorum hava solurcasına"
Delilikle mücadele eder, elektro şok tedavisi görür, intihar eder. Bunlara rağmen, daha doğrusu bunlarla beraber sürekli yazar. Aşık olur, evlenir ve iki çocuğu olur. Kocası ünlü bir şair olan Ted Hughes’dur. Yıldızı parlamakta olan genç şair Ted Hughes tüm zamanını yazmak için harcarken Sylvia ev işleri ve çocuklar arasında şiir yazmaya çalışır. "Mutfaktaki kötülük/ Patatesler tıslıyor/ Hollywood’dan aşağı kalır yanı yok, penceresiz/ Florasan ışığı korkunç bir başağrısı sanki bir yanar bir söner/ O sırada yağ kokuyor ortalık, bebek boku kokuyor/ En son aldığım uyku hapları yüzünden sersemleşmişim, ahmaklaşmışım/ Sanki pişen yemeğin dumanında, cehennem dumanında/ Yüzüyor kafamız"
Son derece çalışkan, disiplinli ve entellektüel bir şair olan Plath yazı üzerine çalışma düzenini hayatı boyunca her koşulda muhafaza etmeye çalışır. Anlamını aramaktan, kim olduğunu sorgulamaktan hiç vazgeçmez. "Ben neyim?/ Aranıp şuralarda, yaprakları kaldırıp/ İzleyip havadaki silik bir lekeyi kenarına dek ırmağın/ Giriyorum sulara./ Ben neyim ki bölüp/ Cam yüzeyini suyun, görüyorum ki kaldırdığımda başımı/ Apaçık baş aşağı ırmağın yatağını/ Ben burada ne yapıyorum yarı havada?/ Beni bu yosunlar/ tanıyorlar mı fısıldaşıyorlar mı adımı daha önce/ görmüşler mi beni, yerim var mı dünyalarında?/ Ayrı gibiyim topraktan ve köklü değil de düşürülmüş gibi/ dalgınca boşluktan bağlarım yok/ bağlayan beni bir şeylere her yere gidebilirim/ hürriyet verilmiş bana besbelli/ buralarda neyim o halde ben?”
1963 yılında Londra en soğuk kışlarından birini yaşıyordu ve Plath iki çocuğuyla birlikte yaşadığı dairede ayakta kalmaya çalışırken bir yandan en korkunç ve en güzel şiirlerini yazıyordu. 11 Şubat’ta çocuklarının odasına gaz gitmesin diye kapılarını bantladı, yanlarına süt ve ekmek bıraktı, mutfağa gidip gazı açtı ve içindeki karanlığı daimi kıldı. "Dibi bilirim" diyor, "En büyük kökümden bilirim onu: Seni korkutur. Ben korkmam oradan: ben oraya gittim" Ne kadar biliyorsa ben de bilmek istedim, ne yazdıysa okudum. O’nunla birlikte dibe giderken, başka bir kadınla karşılaştım: Zelda Nilgün Marmara.
"Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendime bir yer edinemiyorum, kendime bir yer... Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden!Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben."
Bulmaya çalışıyordu O da, izliyordu hayatı tıpkı fotoğrafındaki gibi pencerenin arkasından: Hüzünlü, yalnız; ama dikbaşlı yüzüyle.. Dahil olamıyordu tam ne ilişkilere, ne de gündelik hayatın yalınkat ilerleyişine.. Şiir yazdı sürekli. Etkileyici, yalnız yapayalnız şiirlerdi bunlar ve tıpkı fotoğrafındaki gibi ıssız ve küstah...
Ölümü ve Sylvia Plath’ı çok sevdi, Plath üzerine incelemeler yaptı. 1985’te tamamladığı üniversite bitirme tezinde Plath hakkında yaptığı şu saptama kendi hayatını tanımlar aslında: "Plath sıkıcı bir hayat sürse belki yaşam sürecini uzatabilirdi, ama bunu yapamadı çünkü hayatının kapısını şiirinki gibi kapamayı yeğledi, hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir kesinlikle"
Çıkış yolu’nu bulamadı Nilgün Marmara. "Arka pencere hangi gezegene açılır? Baktığı yer yakın bir beyaz duvar, kısaltılmış uzunluk.." 29 yaşındayken balkona çıktı ve kendini boşluğa bıraktı. Görgü tanıklarına göre aşağı düşerken hiç sesi çıkmamış, çığlık atmamıştır. Bu ayrıntıyı öğrendikten sonra günlerce kendime gelemedim. Ne olursa olsun, kendin bile karar vermiş olsan 6. kattan aşağı atlamaya, boşlukta uçarken hayvanca bir yaşama içgüdüsüyle dolmaz mısın saliselik bile olsa, zavallı bi hırıltı bile çıkmaz mı boğazından? Sonra kendimi atlarken düşledim ve her seferinde boşluktan az önce çığlıklar attım. Belki buydu O’nu arkasında muhteşem şiirler bırakarak, hayatının kapısını bir şiir gibi kapattıran ve beni bir sürüngen gibi tıslayarak yaşamaya muktedir kılan: Sürünme yetisinin varlığı.. Ve yokluğu..

Ve Tezer Özlü'yle tanıştım... Nasıl bir kadındı bu.. Köksüzdü. Ayrık otuydu. "Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olmadığını düşünüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bile bir kökünden kopmaydı. Köklerimi hiç aramadım" Oysa ben köksüz kaybolurum, zaman zaman annemi-babamı pranga olarak nitelendirsem de onlarsız güven duygum kaybolur, annemin bileklerime dolamaya çalıştığı zincirlerden ne kadar yakınsam da takdir görmek isterim hep. Ama bu kadın utanmadan hiç ihtiyaç duymuyor böyle şeylere!!!!Yabancılaşmaktan –bırrrr- dehşetle tırsarım. Tezer Özlü ise baştan başa yabancı herşeye ama heryere. Diline bile yabancı bu kadın, rüyalarını hangi dilde göreceğini şaşırırmış kimi zaman. "Anne ve babam gibi tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, gökyüzü de yabancı kaldı bana. İnsanlara daha fazla yaklaştıkça bu saydıklarımdan daha fazla uzaklaşıyorum. Gökyüzünden, onun ışıklarından, gün batımlarından, karanlıklardan ve bulutlardan, kendi çıktığım karanlığa ulaşıncaya kadar onlardan uzaklaşacağım." Nasıl korkusuz nasıl cesur bir kadın bu!!
Şu yazdığı satırlar bu cesaretten besleniyor işte, o yüzden böylesine heyecanlandırıyor, herşeyi arkanda bırakıp koşmaya sadece koşmaya itiyor. Bırak diyor seni bağlayan ve bu bağ toplamını "Bu güven olgusudur ve bu olmaksızın yaşayamazsın yoksa boşluk gelir seni ham yapar" diye sana yutturan öğretileri ve öğretilmiş ilişkileri: "
Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiç bir şey.. Hiçbir korku.. Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç, sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur-Artık hiçbir yerdesin-"
HİÇBİR YERDESİN........

Koko'nun Kendisiyle Hesaplaşması
Eeee iyi güzel canım kardeşim, okudun, öğrendin, bu bağımsız, güçlü, cesur kadınlara hayran oldun, yine okudun, vay be dedin dedin geldin 32 yaşına. N’oldu peki sonuç? Yani güya kendine herbirinden bir pay çıkardın, kendi eksikliklerini tespit ettin, iyi güzel de ne oldu? En yaklaşabildiğin anlar O’nlara, ancak kendini kaybedip dibe vurduğun zamanlar oldu, iyi de o anlar da elinde avucunda somut birşey bırakmadığı için –ne bileyim yani en azından bir satır yazı, bir kuple şiir- bir işe yaramadı. Ne oldu alkolik oldun, hapkolik oldun, göz altlarını morarttın.
Ne oldu?

Eşşeğinki oldu çok affedersiniz!!!!!!

2 yorum:

icut dedi ki...

güçlü ve anarşist bir kadın...hayran olunacak bir kadın mı?benim için çok zor bir insan.çünkü mutlu etmek nerde ise imkansız...her an sıkılıp terk edebilir...bu kadar bağımsız bir kadın erkeklerin çok hoşlanacağı bir tip değil...en çok da düzen ve güven üzerine yazdıkları hoşuma gitti...

Eurybie dedi ki...

ne desem. hem ozgur olsam hem anne... hem deli olsam hem bilge... hem guclu olsam hem kirilgan... hersey olsam hicbirseyden az once... kadin olsam en dingin en derin en sinirsiz sularinda yasamin koca okyanusunun...